Perşembe, Kasım 02, 2006

yaprak dökümü

Reşat Nuri Güntekin'in Eseri

Yaprak Dökümü



ALTIN Yaprak Anonim Şirketinden neye mi istifa ettim?
Bunda anlaşılmayacak hiç bir şey yok. Aldığım altmış iki
lira aylıkla geçinemiyordum. Başımda iki küçük kardeşle hastalıklı
bir ana var... Arasıra anam soğuktan, kardeşlerim yemekten
şikayet ederlerdi. Ben, omuz silker: Ne yapayım, bu terazi
bu kadar çekiyor. Elime geçeni ben barda, baloda yiyip sizi bu
halde bıraksam bana bir şey demeğe hakkınız olur. Fakat hesap
meydanda derdim. Bu açık hakikati anlarlarsa ne ala. Anlamazlarsa:
(Hanımlar, efendiler, bu otelin sofrasını beğenmiyorsanız
akçeyi eksik verirsiniz. Daha iyisini bilen varsa haber
verin, hep birden oraya göç edelim) der, viran kapıyı vurduğum
gibi, giderim. Anam, ihtiyar kadın... Kardeşler: Allahın
iki biçaresi... Ben böyle çıkışınca ister istemez yelkenleri
suya indiriyorlardı. Fakat canavarın büyüğüne, yani kendime
nasıl laf anlatırsın? Yaş otuzu buldu... Sıhhatim, kuvvetim yerinde...
arsız bir tabiatım var... ne görsem içim çeker... yiyecek
görürüm isterim, elbise görürüm, isterim... Fazla olarak bunları
başkaları kadar kendimde de hak bulurum... İş böyle olunca
içimde kopacak kıyameti varın siz düşünün.

Karanlık kış akşamları, delik tabanımdan giren çamurun soğuğu
ciğerime işlemiş, alacaklı dükkanların önünden geçmeyeyim
diye sokakları dolana dolana evime giderken omuzbaşımdan
lüks otomobiller geçer. Bunların içindekilerin bir kısmını tanıyorum.
Eğlenmeye, avuç dolusu para yemeğe gidiyorlar. İçim
şöyle bir burkulur, kendi kendime sorarım: Bunların hepsi benden
değerli insanlar mı? Onlar, böyle alabildiklerine yaşayıp giderlerken
ben, niçin köpek gibi sokaklarda sürüneyim?
İstediğimi yiyip giymeyeyim? Canımın çektiği bir kadını bir kere
koynuma almayayım?

Böyle yıllarca, senelerce kendi kendime çekiştikten sonra nihayet
şu neticede karar kıldım: Babam, fazla namuslu adammış...
Bir babanın çocuklarına bırakacağı en kıymetli miras
temiz bir isimdir der gidermiş... Temiz bir isim, bir miktar dünyalıkla
beraber olursa ala; fakat züğürt evlatlarda ancak bir, nihayet
iki göbek dayanabilir. Her neyse babam iyi etmiş, kötü
etmiş, o ayrı bahis... Fakat etrafımızdaki zenginlerin hepsi koltuklarında
çek defterleriyle analarından çıkmadılar ya... Allah'ın
kafalarına koyduğu iz'anı ebcet gibi ölüye, diriye yaramaz
şeylere sarfedeceklerine yerine sarfetmişler, yüklerini tutmuşlar...
Mademki pek beyinsiz, eşek gibi bir şey olmadığını iddia ediyorsun.
Elini kolunu bağlayan yok ya! Dilenci gibi boş yere sızlanacağına
sen de talihini bir tecrübe et... Muvaffak olursan ne
ala... Olamazsan: Ne yapalım; elimizden geleni yaptık amma
olmadı der, kabahati kör talihe yükler geçersin.

Bu sözleri söyleyen adam, bir ay evvel şirketin muhasebe katipliğinden
istifa etmiş sansar yüzlü, keskin beyaz dişli, kara yağız
bir gençti. O gün hem unuttuğu birkaç eşyayı almaya hem de
eski kapı yoldaşlarını yoklamaya gelmişti.

Öğle paydosuydu. Memurların kibar kısmı karşı muhallebicide
yumurta salatası, baş söğüşü, fasulye pilakisi yemeğe gitmişlerdi,
söğüşe harcanacak parası olmayanlar bir yandan
peynir, zeytin, lop yumurta ile karınlarını doyuruyorlar, bir yandan
arkadaşlarını dinliyorlardı. O, masalardan birinin üstüne
boylu boyunca uzanmış, iskarpinlerinin topuğu ile dağınık kağıtlara
vura vura sözüne devam ediyordu:

- Böyle mutlaka bir şeyler yapmaya azmettikten sonra ibret
gözü ile etrafıma baktım... Bir alay saçlı sakallı adamlar mektep
çocukları gibi art arda dizilmiş, bir acayip sürüye katılmış,
yerimizde sayıyoruz. Bulunduğun yerde ne kadar çalışıp çabalasan
önündeki, yanındakini ne kadar itip kakıştırsan nafile...
Bilmem kaç yıl geçecek de aylığın bilmem kaç kuruş artacak.
Biri kovulacak, ölecek de iki adım ileri gideceksin. Onun için
ya devlet başa, ya kuzgun leşe dedim, kendimi bu kafileden,
yani Altın Yaprak Anonim Şirketinden dışarı attım... Aranızdan
ayrılalı bir ay var mı? Belki yok bile... Çulu derhal düzelttim
değil mi?

Yerinde doğrulmuş, fantazi ipek çoraplarını, yeni gömleğini
gururla göstererek gülüyordu:

- Mamafi, fena bir şey mi yapıyorum? Kimsenin malına, hayatına,
ırzına mı dokunuyorum? Kat'iyyen... Sadece Havyar hanında
bir komisyoncunun yanında çalışıyorum... Onun hesabına
gümrükten mal çekiyorum. Şimdilik ehemmiyetsiz bir maaş, yine
nispeten ehemmiyetsiz bir anafor... Fakat Allah bereket versin,
gül gibi geçiniyorum...

Öksürüklü bir ihtiyar, derin derin göğüs geçirerek; Hakkın
var... ne çare ki bizden geçti diye söyleniyor; yirmi yaşlarında
iki saf çehreli çocuk muzaffer bir spor şampiyonu seyreder gibi
hayretle, hasetle ona bakıyorlardı. Yalnız, yüzünün bir yanı muharebede
yanmış kırklık bir memurun ne düşündüğünü anlamak
kabil değildi. Yumruğunu çenesinin altına dayamış, yemeğini
yarım bırakmış, gözlerini kapayarak düşünüyordu.

Genç adam, masadan inmişti. Sobanın ağzında görünen ateşlerden
bir sigara yaktıktan sonra dolaşmaya, Havyar hanına,
gümrüğe dair vurgun, anafor hikayeleri anlatmaya başladı. Bunların
çoğu bire bin katmak suretiyle şişirilmiş masallardı. Fakat
bu mahrum adamlar, onları olduğu gibi kabul ediyorlar, başkaları
kürekle altın kürerken kendilerinin bu rutubetli odada birkaç
lira için yarı aç çürümelerine hayıflanıyorlardı. Hatibin
gözleri bir aralık, odanın karanlık bir köşesinde, yüksek bir yazıhanenin
arkasından kendisine bakan bir ihtiyar adamın gözlerine
ilişti. Birdenbire utanmış ve cesaretini kaybetmiş gibi sustu.

Bu, Ali Rıza Bey isminde altmış yaşlarında bir eski mutasarrıftı.
Odanın bir köşesindeki yazıhanesinde, bir çöl ortasında gibi,
daima yalnız ve unutulmuş, çalışır, kimse ile konuşmazdı.

Çok iyi ve terbiyeli bir adam olduğu için, büyük, küçük herkes,
hatırını sayardı.

Ali Rıza Bey de öğle yemeğine çıkmayan memurlardandı.
Alüminyum bir sefertası içinde getirdiği kuru köftesiyle yeşil
zeytinlerini yerken, gayriihtiyari bu konuşmayla alakadar olmuş,
işittiği şeyler iştahını kesmiş gibi çatalını bırakarak başını
kaldırmıştı.

Misafir, bir kabahat işlerken yakalanmış gibi mahçuptu; fakat
bozulduğunu belli etmek istemedi; gülümseyerek:

- Beyefendi, bu sözlerim her halde hoşunuza gitmez, dedi,
fakat ne yapalım ki hakikat...

Ali Rıza Bey, mektep çocuğu mahçupluğu ile cevap verdi:

- Bilirsiniz ki kimsenin fikrine karışmam, keyfinize ve menfaatinize
uygun olan her şeyi yapmakta serbestsiniz. Ancak müsaade
ederseniz size başka bir cihetten sitem edeceğim. Kendi
köşesinde çalışan, belki de kendi halinden, hayatından memnun
olan insanlarda olmayacak birtakım arzular ve isyanlar uyandırmak
doğru mu? Vicdanınızdan eminim... Düşünürseniz bana hak vereceksiniz.

İhtiyar memurun fazla konuşmak istemediği anlaşılıyordu; fakat
misafir, onu bırakmadı. Çok terbiyeli bir tavırla:

- Bu acı hakikatleri onlara söyleyen yalnız ben olsaydım hakkınız
olurdu beyefendi, dedi, ne çare ki yeni zaman insanları
bu hakikatleri birbirlerinden değil, hayattan, gazetelerin şerait-i
hayatiye, şerait-i iktisadiye dediği şeylerden öğreniyorlar.

Bilhassa Büyük Muharebeden sonra bütün dünyada bir garip
uyanıklık oldu. Şimdi insanlar artık sizin zamanınızın insanları
değil. Gözlerin açılması emelleri, hırsları artırdı. Kimse artık
kendi halinden memnun olmuyor. Bu cereyan neticesinde eski
ahlak kaidelerinin yıkılıp değişmemesine nasıl imkan görürsünüz.

Ali Rıza Bey sarardı, dudaklarının ve sakalının hafifçe titrediğini
belli etmemeğe çalışarak gülümsedi:

- Ben, eski bir insanım. Anlaşmamıza imkan yok. İnsanların
paradan başka şeylerle de mesut olacaklarına inanarak yaşadım.
O kanaatle öleceğim.

Genç adam, Ali Rıza Bey'e acır gibi bir tavırla cevap verdi:

- Tamamıyle haksız değilsiniz. İnsan, mesela ibadet, yahut
çalgı ile meşgul olmakla; zerzevat, çiçek, yahut çocuk yetiştirmekte
de bir teselli bulabilir. Ancak bunun için de hiç olmazsa
yaşayacak kadar bir para lazımdır. Çiçek meraklısısınız; fakat
biraz paranız yok değil mi? Ne kadar uğraşsanız topraktan istediğiniz
renkte, kokuda bir çiçek alamayacağınıza emin olun...
Babasınız, çocuklarınız var, paranız yok değil mi? Evlatlarınız
ahir ömrünüzde size bir feci yaprak dökümü manzarası seyrettirmekten
gayri saadet vermezler.

Söz, burada bitti. Ali Rıza Bey, yemeğine devam için tekrar
başını eğdi. Fakat artık lokmalar boğazından geçmiyordu.
Bilhassa son sözler ona çok fena tesir etmişti. Beş çocuk babasıydı.
Bunların hiç biri daha tamamiyle meydana çıkmış sayılmazdı.
Bu adamın bu acı hakikatleri insanlara şerait-i
hayatiye, şerait-i iktisadiye öğretiyor demesi pek hoş bir söz
değildi.

Bütün hayatını çocuklarına iyi fikirler ve iyi bir ahlak vermeye
sarfetmişti. Acaba yeni zamanların bu havası onları da sarsacak,
ihtiyar babaya son deminde bir yaprak dökümü mü seyrettirecekti?

Ali Rıza Bey, pek gözü kapalı bir adam değildi. Bu korku daha
evvel de onu birçok kereler yoklamıştı. Fakat hiç bir zaman bu
kadar yakın tehlike şeklinde görünmemişti. İtikatsiz bir adam
olmasına, gökten beklenecek bir şey bulunmamasına rağmen dua
ediyor: Yarabbi; sen çocuklarımı muhafaza et! diye ellerini
açıyordu.

-İİ-

ALİ Rıza Bey, Babıali yetiştirmelerinden bir mülkiye memuru
idi. Otuz yaşına kadar Dahiliye kalemlerinden birinde çalışmıştı.

Belki ölünceye kadar da orada kalacaktı. Fakat kızkardeşiyle
annesinin iki ay ara ile ölmesi onu birdenbire İstanbul'dan
soğutmuştu. Suriye'de bir kaza kaymakamlığı alarak gurbete çıkmasına
sebep olmuştu.

Ekseri tecrübesiz hastalar gibi sanmıştı ki insanın ıstırapları
yattığı yataktan, etrafındaki eşyadan gelir ve yer değiştirmek, onlardan
kurtulmak için en iyi çaredir.

Ali Rıza Bey, o zamandan sonra bir daha İstanbul'a dönmemiş,
yirmi beş sene muhtelif memuriyetlerle Anadolu'da dolaşmıştı.

Çok malumatlı, çalışkan bir adamdı. Fakat ne malumatı, ne
de çalışkanlığı işe yarar cinsten değildi.

Arabi ve Farisiden başka İngilizce ve Fransızcayı da bilirdi.
Gençliğinde edebiyatla uğraşmış, mecmualarda takma isimle oldukça
düzgün gazeller neşretmişti. Sonra felsefe ve tarihe de merak
etmişti. Sade boş zamanlarını değil, biraz da iş zamanlarını
kitap okumakla geçirirdi. Bu, onun uzun memurluk hayatında,
devlet hazinesinden çaldığı yegane şeydi.

Titiz denecek kadar temiz, gülünç denecek kadar nazik ve
mahçup bir adamdı. Hak yemek, kanuna aykırı bir şey yapmak,
kalp kırmak korkusuyla bir türlü iş göremezdi.

İsterdi ki elinden çıkacak iş, sadece kanuna değil, teamüle,
insanlık ve nezaket kaidelerine de uygun, yani dört başı mamur
olsun...

Ondan bahsedenler: İyi adam... Peygamber gibi adam... Elini
öp... dua ettir... İlimden bahsettir... Şiir okut..,. Ne yaparsan
yap... Fakat iş isteme derlerdi.

Evlendiği zaman kırkına yaklaşıyordu. Bir aile kurmak onun
gözünde yeni bir devlet kurmak kadar ehemmiyetli bir işti. Bunun
için belki de hiç evlenmeyecekti; fakat yakın bir arkadaşı
bir gece, akrabasından bir kızı teklif etmiş. Ali Rıza Bey de
hayır demeğe utandığı için pekala diye cevap vermişti.

Karısı, talihine pek ağırbaşlı ve temiz bir kadın çıkmıştı. Yirmi
yaşında olduğunu temin etmelerine rağmen ferah ferah yirmi
beş vardı. Ali Rıza Bey, nüfus işlerinde -devletin başka hiç
bir şubesinde gösteremediği- bir faaliyet gösterdi. Yedi sene
içinde birbiri ardı sıra dört çocuğu dünyaya geldi. Nihayet dört
senelik bir dinlenme müddetinden sonra da -elli yaşına girdiği
gün- son bir kızla çocuklarının sayısı beşi buldu.

Bazı boş vakitlerinde hala kıtalar, gazeller yazan Ali Rıza Bey'in
sevdiği bir teşbihi vardı: Vak'aları coşkun bir sesle, kendini
uzaktan bu seli seyreden bir insana benzetirdi. Büyüyecek bir
memur olmasına rağmen hiç bir zaman bu sele katılmayacak,
hayatta daima bir seyirci mevkiinde kalacaktı... Fakat onun kanaatince
bu seli ezeli yatağından çevirmeye çalışmak boş bir
emekti. Bu, böyle gelmiş, böyle gidecekti.

Ancak, birbiri ardı sıra gelen bu beş çocuk, Ali Rıza Bey'i
bu vaziyeti değiştirmeye mecbur etti. Büyütülecek beş çocuğu
olan bir adam, hayata karşı bir kayıtsız seyirci mevkiinde kalamazdı.
O zamandan itibaren eski gevşek ve emelsiz memur gitti,
yerine çocukları için her fedakarlığı göze almış bir gayretli aile
babası çıktı.

Çocukları için geceli, gündüzlü didinmek onu yormuyor, bilakis
mesut ediyordu. Yalnız bir düşüncesi vardı: Acaba fazla
geç kalmamış mıydı?

Bazı yorgun ve bedbin saatlerinde bu düşünce, onu biraz rahatsız
ederdi. Fakat bu fikir üstünde fazla durmaz:

- Kuvvetli bir vücudum var... Bir kaza ölümüne uğramazsam
daha ferah ferah yirmi sene yaşar ve çalışırım, diye kendini
teselli ederdi.

Bu yirmi sene son derece geniş tutulmuş bir hesaptı. Pek sıkıya
gelirse bunun yarısı kadar bir zaman da ona yetebilirdi. Gerçi
son numara çocuğu olan Ayşe çok vakitsiz gelmişti. Fakat
bunda o kadar korkulacak bir şey yoktu. İcabederse ona ait olan
vazifelerini büyüklerine de bırakabilir, gözü arkada kalmazdı.
Elverir ki onlar düşündüğü gibi yetişmiş olsunlar...

Fakat hiç akla gelmeyen bir vaka, Ali Rıza Bey'in bu hesaplarını
altüst etmiş, onu elli beş yaşında devlet memuriyetinden
çekilmeye mecbur bırakmıştı.

O zaman, Trabzon sancaklarından birinde mutasarrıftı. Bir
gün bir kadın kaçırma vakası olmuş, kadının kocası ile onu kaçırmaya
kalkan adam bıçakla birbirini yaralamışlardı.

Koca, arkasız bir çiftçi; öteki bütün kasaba halkının tuttuğu
bir eşraf oğlu idi. Onun için asıl kabahatlinin kollarını sallaya
sallaya ortada dolaşmasına göz yummak ve namusuna kastedilen
adamı -göğsündeki yaralarıyla- hapse atmak lazım geldi.
Etliye, sütlüye karışmamayı öteden beri meslek edinen Ali Rıza
Bey, bu meselede ateş kesilmiş, kendini attırıncaya kadar uğraşmıştı.
Ne yapsın? Bu, bir hak, bir vicdan ve namus işi idi.
Vazifesini yapmakta kusur ederse Allah onu çocuklarında cezalandırırdı.

Ali Rıza Bey, İstanbul'da bir zaman işsiz gezdi. Hazır parası
yoktu. Beş çocuk babası bir mutasarrıf, ne artırmış olabilirdi?
Bereket versin Bağlarbaşı'nda babadan kalma eski evi vardı. Karısının
birkaç parça mücevherlerini satarak onu tamir ettirdi ve
çocuklarını barındırdı.

Ali Rıza Bey, yeniden bir memuriyet almak için Babıali koridorlarında
dolaşmaya başlamıştı. Bir gün Dahiliye Nazırı'nın
odasından çıkan uzun boylu bir genç yaklaştı, öpmek için eline
sarılarak:

- Beni tanımadınız mı hocam? Eski talebeniz Muzaffer, dedi.

Ali Rıza Bey, dikkatle bakınca onu hatırladı: Bir tarihte vilayetlerden
birinin idaresinde, beş altı ay, hasta bir tarih hocasına
vekalet etmişti. Bu Muzaffer o zaman mektepte talebeydi.
Çok zeki ve çalışkan bir çocuk olduğu için Ali Rıza Bey'de iyi
bir tesir bırakmıştı. Serbest bir tavırla Dahiliye Nazırı'nın yanından
çıkmasına, koridorlarda yürekli yürekli gülüp söylemesine
bakılırsa bu genç, her halde çok ilerlemişti. Biraz sonra Ali
Rıza Bey bu tahmininde aldanmadığını gördü.

Muzaffer, iki büyük şirkette meclis-i idare azası ve Altın
Yaprak Anonim Şirketinin umumi müdürü idi. Eski hocasının
vaziyetini öğrencine ona bir teklifte bulundu. Bu yaştan sonra
tekrar gurbete çıkması doğru değildi. Bilhassa Mısır ve İngiltere
ile iş yapan şirketin Arapça ve İngilizce bilen bir memura ihtiyacı
vardı. Hocasının ne kıymetli bir insan olduğunu biliyordu.
Eğer o isterse, devletten alacağı parayı, hatta daha fazlasını, şirketten
de alabilirdi. Ali Rıza Bey, bu teklifi büyük bir sevinçle
kabul etti. Şirket, ona devletten alacağının fazlasını değil, eksiğini
de verse öpüp başına koyacaktı.

Artık İstanbul'dan çıkmayı istemiyordu. Çocukları büyümüştü.
Onları eskisi gibi peşine takıp memleket memleket gezdiremezdi.

Eski mutasarrıf, beş seneden beri Altın Yaprak Anonim Şirketinin
en iyi memuru olmuştu. Sabahtan geceye kadar durmadan
çalışıyor, üç kişi kadar iş çıkarıyordu. Bunun başlıca iki
sebebi vardı: Birincisi Muzaffer'i yaptığı iyiliğe pişman etmemek,
ikincisi gördüğü işin tercümeden, zevalsiz bir elçilikten
ibaret olması, kelimelerden başka kimsenin hakkını tehlikeye
düşürmemesi..

-İİİ-

İHTİYAR bir odacı, Ali Rıza Bey'in yanına geldi:

- Bey, bir kadın gelmiş, seni görmek istiyor; Leman Hanımın'ın
annesi imiş, dedi.

Leman, şirketin daktilosu idi. Ali Rıza Bey'in on, on iki sene
evvel vilayetlerden birinde tanıdığı bir orman müdürünün kızı
idi. O zaman, yedi, sekiz yaşlarında bir çocuktu. Arasıra kızlarıyla
oynamaya gelirdi.

Bir sene evvel Üsküdar iskelesinde Ali Rıza Bey'in karşısına
güzel bir genç kız çıkmış: Ben kızlarınızın arkadaşı, Leman'ım
bey amca diye teklifsizce elini öpmüştü. Leman beş sene
evvel babasını kaybetmişti. Şimdi, annesiyle beraber Fındıklı'da
oturuyordu. Geçinmek için çok sıkıntı çekmişlerdi. Genç kızın
açıkça halini söylemesi Ali Rıza Bey'e dokundu. Gerçi
babasıyla pek sıkı fıkı bir ahbaplığı yoktu; fakat Leman'ın kendi
çocukları yaşta kimsesiz bir kız olması ihtiyar adamda derin bir
yardım arzusu uyandırmaya kafi geldi. Leman düzgün bir tahsil
görmemişti; fakat okuyup yazıyordu. Fazla olarak biraz da
daktilografi öğrenmişti. Ali Rıza Bey, ne yaptı yaptı, onu 45 lira
aylıkla şirkete aldırdı.

İhtiyar adamın bu genç kıza etmek istediği iyilik bundan da
ibaret değildi. Leman'a babalık etmek, bu yaşta kimsesiz kızları
tehdit eden tehlikelerden onu korumak istiyordu. Bugün bu
kızcağızın başına gelen şey yarın da kendi çocuklarının başına
gelebilirdi.

Ali Rıza Bey, bu babalık ve hamilik vazifesine büyük bir gayretle
başlamıştı. Fakat, birkaç hafta sonra teessüfle gördü ki bu
işte hayli geç kalmıştır.

Leman, belki temiz bir kızdı; fakat çok hafif ve cahildi. Kendini
idare etmesini bilmiyor, şirketteki memurlara münasebetsiz
şakalar ediyordu.

Ali Rıza Bey, birkaç defa ona nasihat verdi. Genç kız, onu
dinlerken hak verir, yaptıklarından utanır gibi görünürdü. Fakat
yarım saat geçmeden yine eski münasebetsiz şakalara
başlardı.

Ali Rıza Bey, bir gün dayanamayarak onu çıkışacak olmuştu.
Genç kız, derhal titizlenmiş, kimsenin kahyalığına tahammül
edemeyeceğini anlatmıştı. Ali Rıza Bey, onu şirkete
yerleştirmekle, Allah razı olsun, büyük bir iyilik etmişti, fakat
bunu ikide birde başına kakması, her yaptığına karışması doğru
olamazdı.

İhtiyar adam, başını önüne eğerek acı acı gülümsemiş: Siz
bilirsiniz çocuğum, darılmayınız demişti. İhtiyar adam, Leman'ın
o gün bugündür ne adını anıyor, ne yüzüne bakıyordu.
Yalnız onu bazen rezalet halini alan hoppalıklarını gördükçe:
Ne dedim de onun buraya gelmesine vasıta oldum? diye kendine
kızıyordu.

Leman, sekiz, on günden beri şirkette görünmüyordu. Galiba
hasta idi. Fakat, nedense fazla arayıp sormak içinden gelmemişti.

Leman'ın annesi, şimdiye kadar hiç yüzünü görmediği bu kadın,
kendisinden ne istemeye gelmiş olabilirdi?

Ali Rıza Bey, koridorda eski siyah çarşaflı, kısa boylu bir kadın
gördü. Evvela yüzüne bakmaya cesaret edemeyerek:

- Hoş geldiniz hemşire hanım bir emriniz mi var?

Diye sordu. Kadın, birdenbire cevap vermedi. Vücudu, elleri
sıtma tutmuş gibi titriyordu. İhtiyar adam, hayretle gözlerini kaldırdı.
Ağlamaktan gözleri şişmiş bitkin bir çehre gördü. Aklından
fena bir ihtimal geçti. Leman'a olan bütün kinini unutarak:

- Çocuk nasıl?

Dedi. Kadın, ağlayarak cevap verdi:

- Leman, iyi fakat keşki ölmüş olsaydı!...

Ali Rıza Bey, biraz sonra hakikati öğrenince ihtiyar anaya hak
verdi: Evet, keşki Leman, bu felakete uğrayacağına namusu ile
ölseydi.

Hakikat şu idi:

Müdür Muzaffer Bey, baştan çıkarmış... Leman on gün evvel:
Adada bir arkadaşımın düğününe davetliyim, üç dört gün
gelmiyeceğim diye annesinden izin almış... Bir hastanede çocuk
düşürmüş! Dün bir deri bir kemik halinde eve getirip bırakmışlar...
Annesine her şeyi olduğu gibi söylemiş...

Ali Rıza Bey'e, inme iner gibi oldu. Durduğu yerde elleri,
ayakları karıncalanıyor, kızı baştan çıkaran kendisi imiş gibi çılgın
bir korku ve utanma içinde yüzünü kapayarak: Vah, vah,
vah... diye dövünüyordu.

İhtiyar kadın, onun ayaklarına kapanmak ister gibi tavırlarla
yalvarıyordu:

- Sizden başka kimsemiz yok. Bizim halimiz ne olacak? Bize
bir akıl öğretin. Siz de evlat sahibisiniz...

Ali Rıza Bey'in teessürü bir çapkının kızı mahvetmesinden değil,
bu işe dolayısıyle kendisinin vasıta olmasından ileri geliyordu.

Öyle ya, bu kızı şirkete almasıydı bu felaket olacak mıydı?
İhtiyar kadın, sırf başka kimse tanımadığı için, eski bir aile dostu
diye, ona koşup gelmişti. Fakat Ali Rıza Bey, onun sözlerinde:
Yaptığını temizle! der gibi bir mana buluyordu. İhtiyar adam,
biraz kendine geldikten sonra kadını teselli etti:

- Hemşire hanım... Size Merak etmeyin! diyemem. İşin
nereye varacağını şimdiden kestiremiyorum. Fakat elimden geleni
yapacağım. Benim tanıdığım Muzaffer Bey, insan bir çocuktur.
Bir genç kızın göz göre göre mahvolmasına vicdanı razı
olamaz. Umarım ki Leman'ı nikahla alır. Yaptığı fenalığı tamir
eder... Müteessir olmayın... İnsanlarda iyilik asıldır.

Şimdiye kadar dört duvar arasında yaşamış bu saf ve cahil
kadın, insanlarda iyiliğin asıl olduğuna, nedense bu güngörmüş,
saçlı sakallı idare adamı kadar inanmak istemedi ve geldiği
gibi ağlaya ağlaya şirketten çıkıp gitti.

-İV-

İŞ, başa düşmüştü. Vakit geçirmeden Muzaffer Bey'le görüşmek,
bu zavallı insanlarla beraber kendi namusunu da temizlemek
lazım geliyordu.

Ali Rıza Bey'in fikrine göre, müdür, kendi getirdiği ve himaye
ettiği bir kıza sataşmakla doğrudan doğruya onun namusuna
kastetmiş oluyordu: Birkaç ay evvel sekiz on lira bir zam
görmüştü. O sıralarda Şirket'in sarhoş ve ahlaksız bir memurunun
Elbette velinimetler dururken bizim aylığımıza zammedilecek
değil ya! diye söylendiğini kulağıyla işitmişti.

Ali Rıza Bey, o zaman bu söze fazla ehemmiyet vermemişti;
fakat şimdi, onu büyük bir dehşetle hatırlıyor, ona büsbütün
başka bir mana veriyordu. Herkes, kendisi gibi vurdumduymaz
değildi. Başkaları, müdürle Leman arasındaki münasebeti şüphesiz
çoktan sezinlemişler, bu işte onun da parmağını görerek
haksız yere günaha girmişlerdi.

Görünüşte hala ona hürmetle muamele eden bu insanlar, arkasından,
kimbilir, neler söylüyorlardı.

Bu yaştan ve bu kadar temiz bir hayattan sonra bu da mı başına
gelecekti?

Bir aralık Muzaffer'i hiç görmeden çıkıp gitmeyi de düşündü.
Yapılacak şeylerin en temizi muhakkak ki buydu. Fakat bu
fikir üzerinde fazla durmadı. Viran olan hanede evlad-ü ayal
vardı. Sonra müdürün bu meseleyi namuslu bir adama yakışacak
tarzda halledeceğinden şüphe edemiyordu.

Aksi gibi o gün şirketin en gaileli bir günü idi. Müdürün odası
arı kovanı gibi işliyordu. Ali Rıza Bey, sıcağı sıcağına Muzaffer'le
görüşemezse cesaretini kaybetmekten korkuyordu. Sonra,
tereddüt içinde geçecek gecenin dehşetini gözü önüne getirdi ve
icabederse karanlığa kadar beklemeğe karar verdi.

İhtiyar memur, o gün akşama kadar çalışmadı; oturduğu yerde
Muzaffer'e söyleyeceği şeyleri hazırladı. Aklına öyle şeyler geliyordu
ki, tesirlerine kendi de dayanamayıp ağlıyor, mendilin
ucuyle ikide birde gözlerini siliyordu.

Ali Rıza Bey, yaz, kış, işi olsun olmasın her gün saat dokuzda
vazife başında bulunuyordu.

Buna mukabil akşamları herkesle beraber şirketten çıkmaz,
gün batıncaya kadar çalışırdı.

Müdür, onu bu saatte karşısında görünce:

- Hocam, yine geç kalmışsınız, dedi, kendinize hiç acımıyorsunuz...
Bir işiniz varsa yarına bırakalım.

Muzaffer Bey, ihtiyar memurun ne kadar iltifat görse şımarmayacak
bir adam olduğunu bildiği için ona herkesten başka
türlü muamele ederdi. Her zamanki hürmetle ayağa kalkarak
yanına oturttu, sigara verdi.

Ali Rıza Bey, saatlerden beri hazırladığı nutku birdenbire
unutmuştu.

Başının içi bomboştu. Buna mukabil mutlaka konuşmak lüzumunu
kuvvetle hissediyor, rastgele bir şeyler geveliyordu.

Muzaffer Bey, onun ne dediğini, ne istediğini birdenbire anlayamamıştı.
Gülümseyerek, önündeki bir zarfın kenarına rakamlar
yazarak onu dinliyordu. Fakat, biraz sonra ayakları suya
erince birdenbire irkildi, yavaş yavaş çehresini ve tavırlarını
değiştirmeye başladı.

İhtiyar adam, onun kızaracağını, ezilip büzüleceğini ummuştu.
O, bilakis çarpışmaya hazırlanan bir adam gibi sert bir tavır
alıyor, gözlerini Ali Rıza Bey'in gözlerine dikerek adamcağızı
büsbütün şaşırtıyordu.

İhtiyar memur, yüreğindeki sıkıntıya, başındaki şaşkınlığa rağmen,
bir an içinde anladı ki, karşısındaki insan, senelerden beri
yaptığı hayalden büsbütün başka bir insandır; şimdiye kadar gördüğü
güzel muamele, sırf zararsız, terbiyeli bir ihtiyarcık addedilmesinden
ileri gelmiştir.

Evet, bu korkunç bir aldanıştı. Zavallı adam, uzaktaki bir kayaya
karşıdan seslenmiş, ondan aldığı tatlı cevapların, kendi yumuşak
ve nazlı sesinin akislerinden başka bir şey olmadığını
anlayamamıştı. Şimdi bu kayaya eliyle dokunuyor ve onun nasıl
bir madenden yapıldığını anlıyordu.

Partinin kaybolduğuna şüphe yoktu.

Muzaffer, kendine ait işlere başkalarının burnunu sokmasına
müsaade edecek; hayatıyle, menfaatiyle oynatacak adamlardan
değildi. Ali Rıza Bey, bunu bildiği halde bir türlü duramıyor,
bir girdaba düşmüş de kurtulamıyormuş gibi hep aynı dairenin
içinde dönüyordu.

Müdür Bey, biraz daha bekledikten sonra sözü rastgele bir
yerinden kesti:

- Anladım, müsaade ederseniz, biraz da ben söyleyeyim, dedi.
Size olan hürmetimden, muhabbetimden şüphe etmezsiniz.
Siz, fevkalade iyi, bu asırda, bu dünyada emsali bulunmayacak
kadar başka bir insansınız. Yalan söylemeyeceğim, Leman vakası
doğrudur. Böyle bir şey olmamalı idi.! Ben de istemezdim.
Fakat ne yapalım oldu. Mamafih, inanınız ki bu vaka zihninizde
büyüttüğünüz kadar fevkalade bir şey değildir. Anladığıma
göre, bana bu kızla evlenmeyi teklif ediyorsunuz. Açık söyleyeyim,
buna imkan yoktur. Çünkü bu Leman Hanımı ilk baştan
çıkaran ben değilim.

Bu söz, Ali Rıza Bey'e bir kırbaç gibi tesir etti. İhtiyar adam,
yerinden doğrularak:

- Beyefendi oğlum... günahtır... Leman, ne de olsa parmak
kadar bir kız çocuğu ki...

Diye bir şeyler söylemek istedi. Fakat Muzaffer, tekrar onun
sözünü kesti, ihtiyarın sadeliğine gülümseyerek:

- Beyefendi, emin olun, size yalan söylemiyorum. Leman
zannettiğiniz gibi masum bir kız değildi... Önüne gelenle düşüp
kalkıyordu. İsterseniz bunu size ispat da edebilirim. Hatta doğacak
çocuğun babası olduğum da şüpheli idi. Fakat her nedense,
belki de mevkiim sebebiyle, o şeref öteki babalardan ziyade
bana layık görülmüştür. Ah, Ali Rıza Bey, dünya keşki sizin bildiğinize
benzeseydi!

Müdürün ısrarlarına rağmen Ali Rıza Bey, titreye titreye ayağa
kalkmıştı:

- Şimdi, bu zavallı kıza yapılacak hiç bir şeyiniz yok mu?
Bu suali hala vicdanınızın temizliğinden şüphe etmediğim için
soruyorum.

- Ona ancak para yardımında bulunabilirim... Nitekim bunu
kendisiyle de konuştum.

- Bu kadar mı?

- Bu zamanda bir insana para yardımından daha ciddi bir
muavenet olabileceğine emin misiniz?

Genç adam, bunu hafif bir merhamet ve istihza ile söylemişti.
Fakat tekrar tavrını değiştirerek tatlı bir ciddiyetle sordu:

- Hocamsınız; bu itibarla biraz babam sayılırsınız, ben de
size bir sual soruyorum. Bu vaziyette bir kadını nikahıma almamı
siz münasip görür müydünüz? Biraz evvel sizin bana söylediğiniz
gibi ben de sizin vicdanınızdan, insanlığınızdan şüphe
etmediğim için size soruyorum. Siz, bir babasınız. Benim yaptığımı
oğlunuz yapmış olsaydı bunu ona da tavsiye eder miydiniz?
Leman gibi bir maceradan arta kalmış bir kızı gelin diye
evinize kabul eder miydiniz?

Ali Rıza Bey, fena halde sarsılmıştı. Bir an gözlerini kapayarak
düşündü. Bu işi yapan hakikaten kendi oğlu olsaydı Leman
gibi şüpheli bir kızı evine, kendi masum çocuklarının arasına
sokar, ona gelinim der miydi?

İhtiyar adam hayır demekle davasını birdenbire kaybetmiş
olacaktı. Fakat buna rağmen, zaten ümitsiz olan bu davayı kaybetmeyi
yalan söylemeye tercih etti; mayus bir tavırla:

- Hakkınız var, dedi, razı olmazdım.

Müdür, onu nazik bir yerinden yakaladığına memnun, daha
kıskıvrak bağlamak isteyerek:

- O halde, dedi, bahusus, benim de bir talebeniz, bir evladınız
olduğumu düşünerek?

Mutlaka istediği gibi bir cevap bekleyerek ihtiyarın gözlerine
bakıyordu.

Fakat Ali Rıza Bey, dargın bir inatla başını önüne eğdi:

- Oğlum böyle bir iş tutsaydı yapacağım şey açıktı: Onu reddederdim,
bir daha yüz yüze gelmezdim.

- Ali Rıza Bey, biraz tabii olalım. Bu kız, mutlaka bir parti
vurmak, benimle evlenmek istiyordu. Bu, kabil olmadı; fakat
buna mukabil kendisine mümkün olduğu kadar yardım edeceğim.
Aylığı artacak, ayrıca bir tazminat da vereceğim. Kendi de,
annesi de sıkıntıdan kurtulacak.

Müdür, Ali Rıza Bey'in yanına gelmişti.

Hafif hafif omuzlarını okşuyor, gönlünü almaya çalışıyordu:

- Ne kadar güzel kalplisiniz. Emin olun ki bu derecesi fazla...
Adamakıllı üzülüyorsunuz.

İhtiyar adam, gözlerini yerden kaldırmayarak mahzun mahzun
gülümsüyordu:

- Üzülüyorum. Muhakkak ki çok üzülüyorum. Fakat zannettiğiniz
gibi o kıza değil, kendi çocuklarıma üzülüyorum.

- Kendi çocuklarınıza mı, ne münasebet?

- Çünkü bu vak'a üzerine sizden ayrılmaya mecburum. Çocuklar,
belki aç kalacaklar da...

Muzaffer Bey, bunun bir naz, kuru sıkı bir tehdit olmadığını
derhal hissetmişti. Fakat anlamıyor, inanmıyor gibi göründü:

- Ne söylüyorsunuz, dedi, size ne yaptım? Benden ne fenalık
gördünüz?

Ali Rıza Bey, değişmesine imkan olmayan kararlarını verdiği
sükunetle ve biraz evvelki karışıklığa mukabil büyük bir intizam
ile söylemeye başladı:

- Bilakis, sizden çok iyilik gördüm. En müşkül bir zamanda
elimden tuttunuz. Bana daima nezaketle, hürmetle muamele ettiniz.
Bunun için size minnettarım. Fakat, bu vak'adan sonra
nasıl burada kalabilirim? Biraz evvelki sözlerimi hatırlayınız.
Oğlum böyle bir iş tutsaydı onu reddederdim, artık yüz yüze
gelmezdim demiştim, değil mi? Siz de başka bir evladımsınız.
Demek sizi de reddetmeye mecburum. Siz, buraya benim vasıtamla
girmiş bir kıza el uzattınız. Ben size kadın getirmiş bir insan
mevkiinde kaldım. Hakikat böyle olmasa bile bunu herkese
nasıl anlatırsınız? Leman'ın anası gibi benim ve benim çocuğumun
da bu kapıdan yiyeceğimiz ekmek artık temiz ekmek olamaz.

Muzaffer Bey, işin ciddiliği karşısında hakikaten telaşlanmıştı:

- Hocam, rica ederim, müsaade edin, ben de söyleyeyim, diye
sözünü kesmek istiyordu. Fakat Ali Rıza Bey inatla başını sallayarak
devam etti:

- Hacet yok, söyleyeceklerinizi biliyorum. Bunlar belki doğrudur
da... Fakat bunlar benim ihtiyar kafamın alacağı şeyler değil...

Müdür, ihtiyar memurun inadını kıramayacağını anlayınca:

- Hocam, bari size başka türlü bir yardımda bulunmama müsaade
edin, dedi.

Ali Rıza Bey, bir çocuk sadeliğiyle gülümser gibi:

- Artık sizden hiç bir şey kabul edememeye mecburum, dedi.
Üzülmeyin, ne yapalım? Büsbütün ölmedim ya, elbet bir çaresini
buluruz.

- Tekrar görüşürüz değil mi?

- Elbet çocuğum, ona ne şüphe?

Ali Rıza Bey, böyle söylemekle beraber bir daha onunla mahşerde
bile yüz yüze gelmeyeceğini gayet iyi biliyordu.

-V-

ALİ Rıza Bey, o akşam son vapura kaldığı için otobüs bulamamıştı.
Bu, onun ilk defa başına gelen bir şey değildi.

Şirkette geciktiği akşamlar kırk, elli kuruşu gözden çıkararak
bir paraşola binerdi. Ne yapsın, bu, bir meslek mecburiyeti idi.
O akşam da iskeleden çıkınca dalgın dalgın arabaların durduğu
yere doğru yürümüştü. Fakat birdenbire işsiz, aylıksız bir
adam olduğunu hatırladı.

Artık böyle lükslere hakkı kalmamıştı. Yolunu çevirdi. Üç,
beş ayak satıcısı işportalarındaki son yemişleri ve zerzavatları
bir an evvel satıp gitmek için alabildiğine bağırıyorlardı.

Ali Rıza Bey, onların önünde biraz oyalandı. Malların en kötüsü
ve çürüğü kalmıştı amma fiyatlar da sabahkine nispetle,
yarı yarıya düşmüştü. Bundan sonra alışverişi bu saatlerde yapmalı
idi. Ah, niçin bu ince hesaplara daha evvel akıl erdirememişti?

Gittikçe tenhalaşan Üsküdar sokaklarını ağır ağır geçti. Karacaahmet
mezarlığının yokuşunu tırmanmaya başladı. Ali Rıza
Bey'in, öteden beri yola yüzü yoktu. Hele yokuşları karşıdan
gördüğü vakit göğsü tıkanırdı.

Böyle olduğu halde bu en yorgun olması lazım gelen gecede
vücudunda garip bir kuvvet duyuyordu. Bir aralık yol kenarındaki
taşlardan birine oturmayı düşündü. Fakat buna cesaret edemedi.
Bu korku, yolun tenhalığından yahut etrafındaki
mezarlardan ileri gelmiyordu.

Bilakis, her zaman oldukça vehimli bir adam olmasına rağmen,
bu gece, tehlikenin her türlüsüne karşı içinde büyük bir
kayıtsızlık ve pervasızlık vardı. Fakat oturup düşünmeye başlarsa
servilerin arasında, etrafındaki gecenin derinliğinden umulmaz
bir ümitsizlik gelip çökecek ve bu ye'sin pençesinden bir
daha kendini kurtaramayacak sanıyordu.

Ali Rıza Bey'in evi o gece her zamankinden ziyade aydınlık
gibiydi. Bunu evvela uzun müddet karanlıkta yürümüş olmaktan
ileri gelen bir vehim sandı.

Fakat, daha ziyade yaklaşınca anladı ki bu gördüğü; hakikattir.
Evinde bu gece anlaşılmaz bir fevkaladelik vardı. Bahçe kapısı
açıktı. İçerde ağaçların arasında fenerler yanıyordu. Daha
epeyce uzakta Ayşe'nin ince sesi ile geliyor! diye haykırdığını
işitti. Kızları, hatta daha garibi, pek ehemmiyetli bir iş olmadıkça
bahçeye bile çıkmayan karısı onu karşılamak için sokağa
koşuyorlardı. Bunun sebebi neydi acaba? Bu gece, bu evin onu
her zamandan daha karanlık ve sessiz karşılaması lazım gelmez
miydi?

Fevkalade şaşırmasına rağmen ne Ali Rıza Bey bir şey söylüyor,
ne de onlar bir şey söylüyorlardı.

Ayşe, heyecanla babasının elini yakalamış, acele acele onu içeri
götürüyordu.

Nihayet, bahçedeki çardağın altına kurulmuş süslü bir sofra
başında ona müjdeyi verdiler.

Büyük oğlu Şevket, müsabakayı kazanmış, yüz lira aylıkla bir
bankaya memur olmuş.

Ali Rıza Bey, o gün ikinci defa olarak gözlerini gökyüzüne
kaldırdı. Bu, ne tesadüftü ya Rabbi! Yüz lira... Hemen hemen
kendi kaybettiği aylığa yakın bir para. Muharebe ederken vurulmuş
bir asker gibi kendi düştüğü yerden bir başkasının kalktığını,
omuzlarından ağırlığını, elinden silahını alarak çarpışmaya
devam ettiğini görüyordu.

Ali Rıza Bey, oğlunu en küçük yaştan beri: Benden sonra
bu ailenin babası sensin; ben ölünce sen benim yerime geçeceksin!
diye büyütmüştü.

İhtiyar adam, oğlunun nahif, kumral başını göğsüne çekmiş,
gözlerindeki yaşları bir türlü saklayamıyordu.

Çocuklar, o güne kadar babalarının ağladığını görmemişlerdi.
Hepsi de bu yaşları sevinçten, iftihardan geliyor, sandılar.

-Vİ-

ŞEVKET, Ali Rıza Bey'in büyük oğlu idi. Yirmi yaşını iki
ay evvel bitirmişti. Tahsili oldukça düzgündü. Bilhassa iyi lisan
bilirdi. Fakat bunu bütün gezginci memur çocukları gibi iki, üç
seneden fazla devam edemediği mekteplerden ziyade babasının
gayretine borçlu idi.

Ali Rıza Bey, bu ilk çocuğu ile, çiçek meraklısı bahçesi ile oynar
gibi oynamış, onu ancak kendi hayalinde yaşayan mükemmel
insan modeline göre işlemişti. Büyük bir kısmı bugüne, hatta
dünyanın hiç bir gününe yarar şeyler olmamakla beraber Şevket,
pek çok şeyler öğrenmişti. Ali Rıza Bey'in fikrince onun
tam bir insan olması için bir de yüksek tahsil lazımdı. Ne çare
ki kader buna müsaade etmemişti. Buna rağmen Şevket'e yarım
bir eser de denemezdi.

Çünkü bu yaşında, değil İstanbul'un, Avrupa'nın yüksek mekteplerinde
okumuş gençlerle baş koşuyor, ihtiyar babasının en
bunaldığı bir saatte imdadına yetişiyordu. Göklerden gelmiş bir
yardıma benzeyen son muvaffakiyet, bunun en parlak bir delili idi.

Fakat Ali Rıza Bey'in asıl tesiri Şevket'in kafasından ziyade
kalbinde olmuştu. İhtiyar memur, dünyada her şeyden şüphe
eder, oğlunun ahlakından şüphe etmezdi. Ona göre Şevket, dünyanın
hiç bir kuvvetinin kırıp kirletemeyeceği bir elmas parçası idi.

Altın Yaprak Anonim Şirketini bu kadar pervasız bir şekilde
tekmelemesinin asıl sebebi de bu çocuğa güvenmesiydi. Fakat
ne de olsa beklediği imdadına bu kadar çabuk geleceğini ümit
edemezdi.

Şevket, babası gibi mağrurdu. Belki kazanamam, küçük düşerim
düşüncesiyle müsabakaya girdiğini ailesinden saklamıştı.

Evdeki aydınlığa, bahçedeki sofraya gelince, bu Şevket'in çok
eski bir vaadi idi. Ali Rıza Bey, onu ilk mektebe başlattığı gün:
Şevket, büyüyüp memuriyete geçtiğin gün senden bir hindi ziyafeti
isterim. demişti.

Aradan geçen uzun senelere rağmen, vaadini unutmamış, o
sabah gazetede müsabakayı kazananların başında ismini okuyunca
ilk işi çarşıya koşup bir hindi almak olmuştu.

Bu ziyafetin hazırlığında büyük, küçük bütün ev halkının payı
vardı: Hayriye Hanım, büyük kızı Fikret ile mutfakta çalışmış,
Leyla ile Necla sofrayı hazırlamışlar, Ayşe, komşu bahçelerden
demet demet çiçek toplayıp getirmişti.

Ali Rıza Bey, biraz evvelki ye'sini tamamıyla unutmuştu. Yalnız,
sofraya kendi için hazırlanan baş iskemleye oturacağı vakit
bir şey düşünerek durdu. Sonra, dikkatle oğluna gülümseyerek:

- Şevket, seninle yerimizi değiştireceğiz, dedi. Sen baba, ben
ailenin büyük çocuğu olacağız.

Herkes, şaşırdı.

Fakat o, inad ediyor, emrediyor; oğlunu kolundan çekerek:

- Öyle istiyorum... Bana itaate borçlusun... diyordu.

Ali Rıza Bey, mecburiyet karşısında, tahtını oğluna terkeden
bir hükümdar tavrıyle Şevket'i yerine oturttu. Kendi, onun soluna,
karısının yanına geçti.

- Ailede, onun yeri ergeç orası olacak, diyordu. İşitiyor musunuz
çocuklar?... Zamanı geldiği vakit benim yerime onu baba
tanıyacaksınız, onu sayacaksınız.

İhtiyar adam, uğradığı felaketi, bu son sözleri söylerken sesine
verdiği ağır manadan başka bir şeyle hissettirmedi.

Daha bu geceden çoluğu çocuğu telaşa düşürmekte mana yoktu.
Bilhassa Şevket, sırtına yüklenen ağır mesuliyeti haber almadan
son bir gece rahat ve mesut uyumalıydı.

-Vİİ-

ALİ Rıza Bey, karısı ve büyük oğlu ile beraber erken uyanmaya
alışmıştı. Üçünün de sokakta ve evde ayrı ayrı vazifeleri
olduğu için öyle yapmaya mecburdular.

Fakat kızlara henüz dünya gailesi çökmemişti. Onların birkaç
saat yatakta tembellik etmelerinde şimdilik bir zarar yoktu.
Artık, kendisi evin bu tembelleri arasına karışmış olmasına rağmen
o sabah, yine güneşten evvel kalkmıştı. Her günkü gibi eline
bir kitap alıp pencerenin önüne geçti. Fakat bir türlü
okuyamadı. Karısı ateşi yakıp sabah çayını hazırlayıncaya kadar
açık bir sayfanın karşısında düşündü.

Kahvaltıdan sonra Hayriye Hanım, kocasının öğle yemeğini
hazırlamaya başlamıştı. Ali Rıza Bey, kızararak:

- İstemez hanım, zahmet etme... dedi.

Onun vapur işlemeyecek kadar fırtınalı zamanlarda bile bir
gün işinden kalmadığını bilen Hayriye Hanım telaşa düştü:

- İşe gitmeyecek misin bey?

- Hayır, gitmeyeceğim.

Ali Rıza Bey, bunu söylerken hocasına kızdığı için mektebe
gitmek istemeyen suçlu çocuklara benziyordu:

- Niçin?

İhtiyar adam, biraz evvel yanına oturduğu Şevket'in yüzünü
okşadı. Heyecanını belli etmemeye çalışarak:

- Şevket'e danışacak bir meselem var, dedi. Oğlum, beni iyice
dinledikten sonra hükmünü verecek... O, ne derse kabul etmeye
hazırım.

Ali Rıza Bey, öyle bir ses, öyle bir tavırla söz söylüyordu ki,
karısı ile oğlu bunların şaka mı, yoksa sahi mi olduğunu anlayamıyorlar,
birbirlerine bakıyorlardı.

İhtiyar adam, vak'ayı olduğu gibi anlattı. Oğlu ile açık seçik
şeyler konuşmaya alışık olmadığı için hikayenin ayıp taraflarına
geldikçe gözlerini başka taraflara çeviriyor, sesini ağırlaştırıyordu.
Hayriye Hanım'ın yüzünden şaşkınlıktan başka bir şey
okumak kabil değil. Fakat Şevket, babasını dinlerken yavaş yavaş
heyecanlanıyor, kara gözleri garip bir ateşle parlamaya başlıyordu.
Babası: Bu vaziyet karşısında istifadan başka bir şey
yapabilir miydim? diye sözünü bitirdiği vakit, o, hiç tereddüt
etmeden:

- İyi ettin baba!... dedi.

Bu seste öyle bir isyan vardı ki, Ali Rıza Bey, ağlaya ağlaya
oğluna sarılmamak için kendini zor zaptetti.

Mahçup bir tavırla boynunu bükerek asıl sualini sordu:

- Yalnız, bir şey var ki, onu da konuşmak lazım oğulcuğum...
Bu şirket, benim için son bir ekmek kapısı idi... Beni bilirsin.
Kollarımı kavuşturup oturmak istemem... Belki artık iş bulamam...
Kardeşlerin daha meydana çıkmış sayılamaz... Benim
tekaüt maaşım pek az... Ailenin bütün yükü senin omuzlarına
yıkılacak... Bu, sana ağır gelmez mi?

Şevket, babasının bu tereddüdüne adeta isyan etti. Yirmi bir
yaşının ölçüsüz cesareti ile göğsüne vuruyor:

- Bunu söylemeye nasıl dilin varıyor baba? Benden şüphen
mi var? İcabederse daha başka türlü de çalışırım. Kardeşlerimi
nasıl olsa meydana çıkarırız! diyordu:

Şevket, dün gece sofrada babasının yerine niçin oturduğunu
şimdi anlamıştı. Vak'aya canı sıkılmak şöyle dursun, bu yaşta
bir aile babası mevkiine geçtiği için adeta gururlanıyordu. Baba,
oğul heyecanla birbirlerine öptüler.

Ali Rıza Bey biraz sonra karısı ile yalnız kaldığı zaman
memnuniyetinden gülerek:

- Bir baba için bu, ne saadet! dedi.

Ağır ağır sofrayı temizlemekle meşgul olan Hayriye Hanım,
başını çevirmeden:

- Evet... öyle... dedi.

Kadının çehresi nedense çatkındı, sözler adeta ağzından dökülüyordu.
Ali Rıza Bey kuşkulandı:

- Neye öyle yarım ağızla cevap veriyorsun?... diye sordu.
Hayriye Hanım, hafifçe titizlenerek:

- Yarımı, bütünü var mı? Evet... öyle... diyorum! dedi.

- Yok amma, başka türlü söylüyorsun.

Kadın, işini bırakarak Ali Rıza Bey'e döndü:

- Darılma amma, sen ihtiyarladıkça tuhaflaşıyorsun.

- Şuna açıkça bunuyorsun desene!

Bunu söylerken karısından bir protesto bekliyordu; fakat o,
cevap vermeden arkasına döndü. İş ciddileşiyor, sebebini bilmediği
bir korku, Ali Rıza Bey'in yüreğini sıkmaya başlıyordu.

Ali Rıza Bey, arasıra merhamet, yahut yüz yumuşaklığı sebebiyle
birine para kaptırdığı yahut evine lüzumsuz bir şey satın
aldığı zaman garip bir üzüntü duyar, karısı: Ziyanı yok... üzülme,
ne yapalım. Olmuş bir şey... diye teselli etmedikçe bir türlü
yüreği rahatlamazdı.

Ancak, Hayriye Hanım, ailenin menfaatine dokunan işlerde
hiç şakası olmayan maddi, hesaplı bir kadındı. Kocasını epeyce
üzüp yaptığına pişman etmedikçe beklediği teselliyi vermezdi.
Hatta bu yüzden aralarında kavga çıktığı bile olurdu. Ali Rıza
Bey, yüz yüze kavga etmeye cesaret ettiği tek insan karısı olduğu
için, çocuk gibi hırçınlaşır:

- Sen, zaten böylesin... İnsanın içine sindirmezsin. İnşallah
geberirim de kurtulursun! diye bağırıp çağırırdı.

Hayriye Hanım onu bir zaman üzüp bağırttıktan ve yaptığını
iyice burnundan getirdikten sonra politikayı değiştirirdi.

İhtiyar adam, bugün karısında bir şeyler sezinledi. Yaptığı şeyin
doğru olduğuna zaten içinden kendi de pek inanmıyordu.

Ancak, karısının birkaç tatlı sözü idi ki, onu bir dereceye kadar
sakinleştirecekti. Fakat aksi kadın, Ali Rıza Bey'in hayatta
en sıkı ve acı bir gününü yaşadığını anlamıyor, kaşlarını çatarak
somurtmakta devam ediyordu. Ali Rıza Bey, biraz sustuktan sonra:

- Hanım, bana bak! dedi; bugün öyle bir muamele ediyorsun
ki ölsem unutamayacağım... Yazık sana.

Hayriye Hanım, ikinci defa olarak döndü, en şiddetli azarlardan
ziyade tesir edeceğine emin olduğu bir hüzün ve samimiyetle:

- Niçin böyle söylüyorsun, Ali Rıza Bey? dedi, seni işiten
bir rütbe filan almışsın da seviniyorsun zanneder. Şirketten aldığın
yüz on beş lira ile zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Bugün
onu da elinden kaçırdığını söyledin. Bu, bizim için açlık demektir...
Sevinip boynuna mı sarılmalıydım?... Sen de biraz insaf et!...

Ali Rıza Bey, lakırdı bulamayarak gülünç bir surette birkaç
kere yutkundu:

- Evet, amma namus... dedi, namusu kurtardık!...

Namus sözü bu saf, temiz ev kadınında her vakit büyük bir
tesir yapardı. Fakat açlığın kapılarına vurduğu bu saatte bu kelime
onun üstündeki kuvvetini kaybetmiş gibi göründü.

- Ali Rıza Bey, insaf et. Bunca yıllık karınım. Bana ahlaksız
bir kadın gözüyle bakarsan hem ayıp, hem günah olur. Ben
de senin kadar namuslu bir insanım. Fakat, ben senin yerinde
olsam, çocukların hatırı için buna göz yumardım.

Ali Rıza Bey, bu sözler üzerine ateş kesildi:

- Ne dedin bakayım, ne dedin?... Bir daha söyle.. Böyle bir
şeye göz mü yumardın? Yazık... Yazık sana!...

Diye bağırmaya başladı. Hayriye Hanım, gözlerini tavana
kaldırdı.

Sonra, aynı sakin hüzünle devam etti:

- Evet, Ali Rıza Bey! Sen ne dersen de. Onların hatırı için
ben, herşeye katlanırım. Çünkü ekmeksiz kalırsak onların namusu
tehlikeye girer.

Bu söz, Ali Rıza Bey'in kafasına bir sopa gibi indi. Bir gün
evvel şirkette bir başkasından işittiği sözü hatırlıyordu: Parasız
namus nihayet bir, iki göbek dayanır. Hangi korkunç kuvvetti
ki bu iki ayrı dünya kadar farklı insanı birbirlerine
tanımadan, aynı dilden konuşmaya sevkediyordu?

Ali Rıza Bey, karmakarışık zihninde bu muammaya bir cevap
ararken kadın, devam ediyordu:

- Darılma Ali Rıza Bey... Kalbimde ne varsa söyleyeceğim.
Sen, çocuklarının menfaatini daima vehimlere feda ettin. Onlar,
onbeşer, yirmişer yaşlarına girdikleri için vazifeni bitmiş sanıyorsun.
İş öyle değil. Asıl vazifen şimdi başlıyor. Onlar,
eskiden minimini bebeklerdi. Ellerine kırk paralık bir düdük,
bir kırık bebek versen dünyayı vermişsin gibi bayram ederlerdi.
Bu çocukların her biri şimdi büyük bir insan oldu. Her şeyi anlıyorlar,
istiyorlar... Her birinin ne arzuları var? Bilmem amma
galiba onların terbiyelerinde de yanlışlık oldu.

- Çıldırmışsın hanım, benim çocuklarım öyle melekler ki...

- Onu ben de inkar etmiyorum. Çocuklarımız şimdiki halde
melek gibi çocuklar... Fakat bir yandan da zihinlerini çok açtık...
Dediğim gibi her şeyi görüyorlar, istiyorlar. Bu hal ile ilerde
de melek gibi kalacaklar mı? Kalsalar da içlenmeyecekler mi?
Sen, şimdiye kadar dışarda çalışıyordun, evinin içini, çocuklarını
pek yakından görmüyordun. İşte sana haber veriyorum bey.
Çocuklarımız için tehlike var. Benden günah gitti.

Ali Rıza Bey, bu davanın öyle kavga gürültü ile halledilecek
bir iş olmadığını anlamıştı. Şimdi yalvarıyordu:

- Kuzum hanım... Çocuk olma... Bu cihetleri ben de düşünmedim
değil. Fakat oğlumuzu işittin. Yavrum, kardeşleri için
her fedakarlığa hazır. Ondan şüphe etmezsin değil mi?

- Doğrusunu istersen şüphe ederim Ali Rıza Bey. Ne olsa
o da genç bir çocuk... Onun da kendine göre arzuları olacak.
Hem olmasa bile parmak kadar çocuğun boynuna yük olmak
günah değil mi?

Bu karı koca, bir sene münakaşa etseler bu noktada anlaşamazlardı.
Ali Rıza Bey, muhakkak, babaların en iyisiydi. Kendi
yüzünden çocuklarının herhangi birine en küçük bir zarar
gelmesine razı olamazdı. Fakat o, çocuğunu kendi yerine aile
reisi yapmakla ona dünya saadetlerinin en büyüğünü verdiğine
kaniydi. Onun için Şevket'in aile yükünden şikayet etmesi kral
olan bir insanın başına giydiği tacı ağır bulması nevinden anlaşılmaz
bir şeydi.

Fakat Hayriye Hanım, bu yüksek hikmetleri, işlenmemiş saf
kafasına bir türlü aldıramıyor, dakikadan dakikaya artan bir
heyecanla ateş püskürüyordu.

- Saçım ağarıncaya kadar sana çocuk gibi inandım. Ne bileyim
saçlı sakallı, okumuş, yazmış adam. Elbette bir bildiği var
diyordum. Artık yeter... Mademki bu işi bırakmak namus icabı
imiş, bırak... Lakin unutma ki pahalılık günden güne artıyor.
Bak, artık saklamıyorum. Melek gibi çocukların zaptedilmez
hale geliyorlar. Yokluk yüzünden evlatlarım birer birer dökülmeye
başlarsa iki elim, on parmağım yakandadır. Ölüp gitsen
bile seni mezarında rahat bırakmam...

Kadın, artık çocuklarına işttirmekten korkmayarak yüksek
sesle ağlaya ağlaya mutfağa girdi. Ali Rıza Bey, olduğu yerde
donup kaldı.

Demek ki bunca senelik kuzu gibi yumuşak başlı karısı da nihayet
isyan bayrağını açmıştı.

Elinde bir kova, bahçede dolaşıyor, çiçeklerin dibini eşeliyor,
zerzavatlara su veriyor, fidanların böceklerini ayıklıyordu. Fakat
aklında yalnız çocukları vardı. Karısı şüphesiz cahil bir kadındı.
Fakat telaşı pek sebepsiz görünmüyordu. Çocukları
hakikaten tehlikede miydi? Daha fenası karısının söylediği gibi
acaba onların terbiyelerinde bir yanlışlık olmuş muydu? Evvela,
büyük kızı Fikret'i gözünün önüne getirdi.

Bu, on dokuz yaşında ufak tefek bir kızdı. Fakat otuz yaşında
bir insandan daha ağırdı.

Evde annesi için en kıymetli bir yardımcı, aralarındaki ehemmiyetsiz
yaş farkına rağmen kardeşleri için bir ikinci anne idi.
Fikret, güzel değildi. Fazla olarak sağ gözünde bir leke vardı.
Bu leke, zavallı kızın İç Anadolu memleketlerinden birinde çektiği
uzun bir göz hastalığından yadigardı. Ali Rıza Bey, o vakit
bir yolunu bulup çocuğu İstanbul'a atsaydı belki bir çare bulunurdu.
Ne yazık ki hastalık, işlerinin en sıkı ve karışık bir zamanına
rastgelmişti.

Fikret'te öyle emsalsiz bir ahlak güzelliği vardı ki onun bütün
kusurlarını kapardı.

Hatta Ali Rıza Bey'e göre o leke bile kusur sayılmazdı. Bilakis
bu, çehreye getirdiği mazlumluk, yüreğe verdiği rikkatle bir
ayrı güzellik bile teşkil ederdi. Ne çare herkes, bahusus evlenecek
gençler onu kendi baba gözüyle göremezdi.

Ali Rıza Bey, Fikret'i de hemen oğlu kadar ihtimamla yetiştirmeye
çalışmıştı. Yalnız o kızdı; kardeşi gibi hayata atılacak
değildi. Pratik bilgilere ihtiyacı pek olmayacaktı. Bunun için Ali
Rıza Bey ona, daha ziyade süs ve fantezi mahiyetinde şeyler öğretmişti.

Genç kız, hasta gözü için bir tehlike teşkil edecek kadar çok
kitap okurdu. Bunların çoğu romandı.

Ali Rıza Bey, kızının meşhur sanatkarlardan, meşhur eserlerden
bahsettiğini, hayat hakkında ağırbaşlı mütalaalar yürüttüğünü
gördükçe iftihardan ağzı kulaklarına varırdı.

Kızının yüzündeki bütün kusurları affettirecek kadar zeki, malumatlı
olmasını istemişti. Çok şükür, bu arzusunda muvaffak
olmamış denemezdi. Fazla olarak onu annesi derecesinde iyi bir
ev kadını olarak da yetiştirmişti. Çocuğunun bugün hiç bir eksiği
yoktu. Herhangi bir erkeği tam manasıyla memnun etmeye
muktedirdi. Ancak...

Ali Rıza Bey'in zihninde üzücü şüpheler uyanmaya başlıyordu:
Evet, kızın hemen hiç bir kusuru yok sayılırdı. Fakat onu anlayacak
erkeği nereden, nasıl bulacaklardı? Günden güne artacak
fukaralıkları bunu bir kat daha güçleştirmeyecek miydi?

Her gün etrafında birtakım gençler görüyordu. Bunların çoğu
ağız birliği etmiş gibi evlenmekten korkuyor veyahut alayla
bahsediyorlar; birçoğu da bunu bir ticaret işi addettiklerini, yani
paralı kız aradıklarını açıkça söylüyorlardı. Evet, karısı pek
haksız değildi. Fikret, galiba yanlış terbiye edilmişti. Çirkin bir
kalbin içine uyanık bir ruh koymak niçin? Beğenilmediğini, her
yerde, her şeyde ihmal edildiğini daha çabuk farketsin diye mi?
Çirkinin ağzındaki güzel söz, acizin ağzındaki haklı söz kadar
boş, faydasız bir şeydi.

Ali Rıza Bey, bu nokta üzerinde düşündükçe içindeki şüpheler
kuvvetleniyordu: Evet, Fikret, yanlış terbiye edilmiştir. Bu
çirkin kız ne kadar anlarsa o kadar isteyecek, neticede o kadar
ıstırap çekecekti. Keşki onu hayatta bir erkek gibi çalışıp çarpışacak
dişli, tırnaklı, duygusuz ve fikirsiz bir kız olarak yetiştirseydi.

Çocuğu gerçi bugünkü emsalsiz Fikret olmaz, kendisi onu
kızım diye düşünürken duyduğu saadetten mahrum kalırdı.
Fakat ne ziyanı var; o, mesut olurdu ya!

Ali Rıza Bey, Fikret'ten sonra Leyla ile Necla'yı gözünün önüne
getirdi. Onlar, ablaları kadar zeki değildiler; fakat tam manasıyla
güzeldiler. Leyla, on sekizini sürüyordu.

Necla on altıya daha yeni basmıştı. Bu zamanda onlara aklı
başında, helal süt emmiş birer koca bulmak da mesele idi. Maamafih
bu, o kadar güç değildi.

Zamane gençleri Fikret'teki ruh güzelliğinden bir şey anlamayabilirlerdi.
Fakat Leyla ile Necla, yüzleri sayesinde nasıl olsa
kendilerini satarlardı. İş, o güne kadar bu temiz, fakat her genç
gibi zayıf ve hoppa çocukları, etraftaki görünür görünmez kazalardan
muhafaza etmekte idi.

Ayşe'ye gelince, Ali Rıza Bey, onu öteden beri kardeşlerinin
malı addetmeye alışmıştı. Kendi olsa da, olmasa da Şevket onu
daima himaye etmeye muktedirdi.

İhtiyar baba, o gün bahçe ile uğraşırken mütemadiyen bunları
düşündü.

- Vİİİ -

İLK tekaütlük ve işsizlik günleri...

Bugünün ergeç gelip çatacağını, her çalışkan insan gibi bir gün
kendinin de çürüklüğe atılacağını biliyordu. Fakat o, bugünleri
büsbütün başka türlü düşünmüştü.

Tekaüt olduğu zaman çocuklarına karşı bütün vazifesini bitirmiş,
onların hepsini ev bark sahibi etmiş olacaktı.

Gözlerini kapayıp ilerisini düşündükçe daima şu rüyayı gördü.
Tektük torunlar doğmaya, yetişmeye başlamış, kendi havalarında
olan genç babalar, cahil anneler bu çocukların bütün
yükünü onunla karısının üstüne yıkmışlar. Sen misin artık hayattan
çekildim, bir köşede ölümü beklemekten başka işim kalmadı
diyen, al bakalım diyorlar.

Büyükbabanın artık başını kaşımaya vakti yoktur. Kah çocukları
kırda oynamaya götürüyor, kah onlara ocak başında masallar
söylüyor. Sonra biraz kabacalarına ailenin tarihini
öğretmek; vaktiyle babalarına, analarına olduğu gibi onlara da
fazilet, doğruluk dersleri vermek lazımdır.

Hasılı, bu zamanlar o kadar işe, gürültü ile doluyor ki, vakit,
saat gelince ölüm döşeğine yatmaya vakit bulamıyor, çocukların
düdük sesleri, davul, trampet patırtıları içinde, belki farkında
olmadan, ölüyor. Bir insan için saadetin bundan büyüğü
düşünülür mü?

Ali Rıza Bey'in öteden beri en büyük şikayetlerinden biri de
kitap okumaya vakit bulamaması idi. Her zaman okuduğu sayfanın
en tatlı yerinde bir iş çıkardı. Hele sabahları karısının
Haydi Ali Rıza Bey, vakit geldi; vapura yetişemeyeceksin diye
Azrail gibi başına dikilmesi o kadar zıddına giderdi ki...

Ali Rıza Bey, kitabı kapatırken daima: Ah, bir tekaüt olsam
diye söylenirdi. İstediği gün gelmişti. Artık karısı: Haydi
Ali Rıza Bey... kitabı bırak diye onu rahatsız etmeye gelmiyordu.
Fakat aksiliğe bakın ki artık kitaplarda eski tad
kalmamıştı.

Karısının ilk günlerindeki çatkınlığı, titizliği bir türlü geçmiyordu.

Ali Rıza Bey, evvela uzun müddet onunla dargın durmuş; fakat
karısının aldırmadığını görünce yine kendiliğinden barışmıştı.

Hayriye Hanım'ın bu hareketi kadar ona dokunan bir şey yoktu.
Bir gün ona:

- Yazık, hanım sana... Demek sen, bana sırf memuriyetim
için, kazandığım para için ehemmiyet veriyormuşsun, dedi.

Onun kızmaya bile lüzum görmeden dudak büktüğünü görünce
yalvarır gibi tavır aldı:

- Biz hayatta iki silah arkadaşı gibi idik. Elimdeki silahımı
aldıkları bir zamanda beni arkamdan vurmak doğru mu?

Bu sözü uzun zamandan beri zihninde hazırlamıştı. Öyle sanıyordu
ki, karısı bunu işitince ağlayarak boynuna sarılacak ve
aralarındaki ihtilaf nihayet bulmuş olacak. Fakat aklınca çok
müessir olan bu söz, Ali Rıza Bey'in yalnız kendi gözlerini yaşarttı.
Hayriye Hanım bilakis çok hissiz bir bakış, kapalı bir çehre
ile omuz silkti:

- Ne yapalım?... Kendi düşen ağlamaz!

-İX-

ALİ Rıza Bey'in bütün tekaüt memurlara benzemesi için bir
ay kafi geldi.

Dönerken eskiliği görünmeyen araba tekerlekleri gibi onun
da işlerden görünmeyen ihtiyarlığı birdenbire durunca, bütün
haraplığı ile meydana çıktı. İki yanında boş yere sallanan kollarının
ağırlığı omuzlarını çökertmeye, sırtını kamburlaştırmaya
başladı.

Kılığı kıyafeti bozuldu. Pantolonunun diz kapakları, kollarının
dirsekleri sarktı. Halbuki eskiden ne kadar güzel ve temiz
giyinen bir adamdı. Üstündeki tozlar artık süpürülmekle gitmiyor,
elbiselerine işlemeye başlıyordu. Sabahları yine güneşle beraber
kalkıyordu. Fakat o saatlerde artık eskisi gibi tazelendiğini
duymuyor, bilakis gökyüzünde güneşin o gün geçeceği yolların
uzunluğuna baktıkça vücudunda derin bir yorgunluk duyuyordu.
Ne kitaplarında, ne bahçesinde artık eski bir renk kalmamıştı.

Mamafih, alışkanlık kuvvetiyle yine divanlarını karıştırıyor;
bahçeyi kaplayan fena otları yoluyor, çiçekleri sulamaya uğraşıyordu.
Fakat aradan uzun zamanlar geçti hissiyle başını kaldırıp
güneşi yine olduğu yerde görünce ne yapacağını şaşırıyordu.
Sabah, akşam vapur saatlerinde sokak kapısına çıkmayı adet
edinmişti. Elleri arkasında, bahçe duvarının boyunca ağır ağır
gidip gelir, havada leylek sürülerinin uçtuğuna bakan kırık kanatlı
bir leylek mahzunluğu ile memurların kafile halinde işlerine
gidip gelmelerini seyrederdi.

Ali Rıza Bey, öteden beri kahvelerin, gazinoların baş düşmanı
idi. Memurluğu zamanında mütemadiyen: Nedir bu miskinhaneler
efendim? Elimde kuvvet olsa bunların hepsini
kapatırım! diye söylenmişti.

Onların, işi, ekmeği ve evinde rahatı olmayan zavallı tekaütler
için ne bulunmaz teselli köşeleri olduğunu şimdi anlıyordu.

Evvela Çamlıca'ya, yahut Üsküdar çarşısına doğru yaptığı
uzun yürüyüşler esnasında kır kahvelerinde dinlenmekle başlamıştı.
Sonra, yavaş yavaş çarşı ve mahalle kahvelerine alıştı. İlk
zamanlarda kendi kendine bir köşeye çekilerek gazete okuyordu.
Bunların daimi müşterilerine karşı duyduğu tiksinme hala
geçmemişti.

Kat'iyyen onların aralarına karışmamak azmindeydi. Kendisi
buralarda hiç bir zaman seyirciden başka bir şey olmayacaktı.
Neler görüp işitiyordu? Öyle yaşlı başlı erkekler vardı ki
evlerinin içyüzünü hiç sıkılmadan anlatıyorlar, ne yediklerini,
hatta bazen, hiç yiyecek bulamayarak aç kaldıklarını söylüyorlardı.

Bazıları mütemadiyen tavla, iskambil oynuyorlar, arada bir
durarak ağıza alınmayacak küfürlerle birbirlerine sataşıyorlar,
sonra hiç bir şey olmamış gibi oyunlarına devam ediyorlardı.
Hatta bir gün, vaktiyle büyük işlerde bulunmuş bir tekaüdün
dayak yediğini görmüştü.

Ali Rıza Bey'e göre bu adamın bu rezaletten sonra artık insan
içine çıkmaması hatta arından ölmesi lazımdı. Halbuki ertesi
gün onu aynı kahvede, hiç bir şey olmamış gibi tavla oynar
bulmuştu.

Evvela, dertleşmek için adam arayan bir iki biçareyi dinledi.
Sonra yavaş yavaş ahbaplar çoğaldı. Fakat gururu hala devam
ediyordu.

Başkalarını her zaman dinlediği halde kendi derdine dair bir
tek kelime söylemiyordu.

Nihayet, anladı ki, kahve işsizlikten ve aile dirliksizliğinden
doğan ıstıraplara karşı sığınılacak tek köşedir. O da olmasa, mütekaitler
için ölmekten başka yapılacak iş kalmayacaktı.

-X-

ALİ Rıza Bey'in de nihayet bir kahvesi ve sekiz on yaşlı mütekaitten
mürekkep bir grubu oldu. Ne yapsın, vakaların önünde durulmazdı ki...

Bunlar, geçinme cihetinden sıkıntı çeken ihtiyarlardı. Tekaüt
aylıkları, günün ihtiyaçları karşısında devede kulak gibi kalıyordu.

Birçoğu temiz, namuslu adamlardı. Bazıları Elimize fırsat
geçtiği zaman neye çalmadık? diye hayıflanıyorlar; bazıları da:
Çalamadık; fakat mademki sonu böyle olacaktı; vaktimizi hoş
da mı geçiremezdik? Geceli gündüzlü çalışıp çabaladık; bizi limon
gibi sıkıp suyumuzu aldıktan sonra posamızı attılar diyorlardı.

Ali Rıza Bey, kendi gibi, onlara da için için acıyordu; fakat
sözlerine hak veriyordu. Hatta bu yüzden ufak tefek münakaşalar
bile ediyordu.

Ali Rıza Bey'in en büyük karı yeni arkadaşlarından ucuz alış
veriş usulleri öğrenmek olmuştu.

Kömürü, eti, yağ ve zerzevatı nereden, nasıl alacağını artık
biliyordu. Yalnız öğrendiği usullerin hepsini tatbike imkan yoktu.
Bunun için esnafla laubali olmak onlara kah aksilik, kah dalkavukluk
etmek lazım geliyordu. Bunlar, hiç bir zaman Ali Rıza
Bey'in ağır tabiatına uyacak şeyler değildi. Bir gün, uzun zaman
belediye reisliğinde bulunmuş bir arkadaşıyle çarşıya çıkmıştı.
Zerzevat alacaklardı. Pazarlık esnasında kavga çıkmış,
dükkancı eski belediye reisinin elindeki kabakları çekip almış:
Git işine ihtiyar... Sen alış verişe değil, eğlenceye çıkmışsın...
Paran yoksa çayırdan ot topla da onları ye! diye adamcağızı
göğsünden ittiği gibi zerzevat küfelerinin içine yuvarlamıştı. Ali
Rıza Bey, utancından yerin dibine girmiş, bir daha kimse ile çarşıya
çıkmamaya tövbe etmişti.

Ali Rıza Bey, tekaüt arkadaşlarından hemen hepsinin evlerinden
şikayet ettiklerine dikkat etti. Demek bu cihette de yalnız
değildi. Kavga, bu fakir tekaütlerin evini, bir salgın gibi kasıp
kavuruyordu. Ali Rıza Bey, bu geçimsizliklerin hep aynı sebepten
şerait-i iktisadiyeden, o melun kuvvetten ileri geldiğine
artık iman etmişti.

Zavallı ihtiyarlar, sabah oldu mu bir yangından kaçar gibi,
kendilerini evden dar atıyorlar, gece yarısına kadar kahvede oturuyorlar,
kavga ediyorlar, uyukluyorlardı. Halbuki, onlar sıcak
bir aile ocağına şimdi her zamandan ziyade muhtaçtılar. Hep
bu ihtiyarlık günlerini düşündükleri içindir ki, ailenin bin türlü
zahmetlerine şimdiye kadar hiç şikayetsiz katlanmışlardı. Ne ummuşlar,
ne çıkmıştı!, Ya, Allah esirgesin, bu kahveler de olmasaydı!

En garibi bu ihtiyarların çoğu şimdiye kadar en çok neden
korkmuşlarsa ona uğramışlardı. Mesela bugün hayatında borç
etmekten delicesine ürkmüş eski bir kalem müdürü vardı ki, aylık
kağıdını bir türlü sarrafın elinden kurtaramıyor; ödenmesine
imkan olmayan bakkal, kasap borçları için hapse girmeye hazırlanıyordu.
Alacaklı esnaf ilk defa kapısı önünde bağırıp çağırmaya
başladığı zaman ölecek gibi olmuştu. Fakat şimdi
aldırmıyor, hatta hapis tehlikesini bile feylesofça bir tevekkülle
karşılıyordu: Ne yapalım... Heriflerin hakkı kalmasın. Borcumuzu
para vermekle ödemiyoruz; bari hapis yatmakla ödeyelim.

Yine bir eski malmüdürü vardı ki, gençliğinde delice titizliğiyle
şöhret almıştı. Ayağından çıkmış bir çorabı yıkanmadan bir
daha giymezdi. Şimdi bu adamcağızın yakasında bitler geziyordu.
Karısı iki sene evvel kötürüm olmuştu. Evinde başka kimsesi
yoktu. Bütün işler onun üstüne yıkılmıştı. Fazla olarak da gece
gündüz hasta kahrı çekiyordu.

Bir üçüncüsü birkaç günde bir gelininden, damadından dayak
yer. Bir daha bu eve dönersem bana lanet olsun! diye
elinde bir bohça ile kahveye gelirdi.

Gece, müşterilerin dağılmasına yakın uyku bastırınca ve gecenin
ayazı romatizmalı ayaklarını sızlatmaya başlayınca kararını
değiştirir, yine bohçası kolunda, kös kös evinin yolunu
tutardı. Arkadaşları ona acımaktan ziyade gülerler: Ettiğini
çekiyor! derlerdi. Bu, bir derece kadar doğru idi. Eskiden uzun
seneler askeri rüştiyede hocalık etmiş olan bu adam, kim bilir
ne kadar çocuğun canını yakmıştı!...

Kahvenin müşterileri arasında bir de Sermet Bey isminde bir
eski vali vardı. Fakat bu, öteki tekaütler gibi değildi. Bilakis
kıyafetinden, sözlerinden, hali vakti yerinde bir adam olduğu anlaşılırdı.

Sermet Bey memurluk hayatında doğruluğu ve namusu ile şöhret
almış bir adamdı. Yetmiş yaşına rağmen kırmızı çehresi, alabros
beyaz saçları, tertemiz kıyafetiyle dimdik durur, yüksek sesle
konuşurdu.

Herkes gibi Ali Rıza Bey de adama evvela ehemmiyet vermiş,
sözlerini hürmetle dinlemişti. Fakat sonradan Sermet Bey hakkında
fena şeyler işitti, bu kibar kıyafetli adamdan öteki bitlenenler
ve dayak yiyenlerden daha çok iğrenir oldu. Söylendiğine
göre bu adamın kızları sağlam ayakkabı değildi. O, burada yine
eskisi yüksek sesle ahlaktan, faziletten bahsederken evinde
tüyler ürpertici kepazelikler oluyordu. Zaten bu kadar temiz giyinmesinin
sebebi de bundan başka bir şey değildi.

Bazıları Sermet Bey'in hiç bir şeyden haberi olmadığını söylerdi.
Bazılarına göre ise bu adam çoluk çocuk ağzına düşen bu
rezaletleri sezinlemeyecek kadar ahmak, evde oluk gibi akan paranın
membaını keşfedemeyecek derecede bunak değildi. Domuz
gibi her şeyi biliyordu.

Ali Rıza Bey, bu dedikodulara karışmaktan fevkalade çekinmekle
beraber bir gün korka korka dedi ki:

- Bu ikinci ihtimal bana zayıf geliyor. İnsan, böyle şeyi bilir
de nasıl tahammül eder?

Gülüştüler, Allah ne verir de kul götürmezdi?

Adamcağız, ilk zamanlarda, hiç şüphesiz bir parça sıkıntı çekmişti.
Fakat sonra yavaş yavaş alışmıştı.

Hasılı, bu kahvenin vakaları Ali Rıza Bey'e kısa bir zaman
için de olsa kendi dertlerini unutturuyordu.

-Xİ-

FUKARALIK; Ali Rıza Bey için ne güzel bir mektep olmuştu.
Her şeyi hakiki rengiyle, hakiki çehresiyle görmeye başladı.
Artık kimse bu parasız ihtiyara kendini olduğundan başka türlü
göstermek için canını sıkıntıya sokmuyordu. Hatta çocukları
bile...

Fikret'te kendisine karşı garip bir uzaklık ve soğukluk hissediyordu.
Bu çocukta için için anlaşılmaz bir şeyler geçiyordu.
Artık babasına sokulmuyor, ona eskisi gibi inanmadığını açıkça
gösteriyordu. Halbuki Ali Rıza Bey, bu sıkıntılı zamanlarda
bu nazik ve ağır çocuktan neler ummuştu!

Leyla ile Necla'ya gelince onlar da hemen hemen aynı halde
idiler. Görünüştü babalarına karşı hiç bir yolsuzlukları yoktu.
Fakat bilinmez bir sebepten ona kinlenmiş gibi göz göze gelmekten
çekiniyorlar, o, daha ağzını açarken işitecekleri şeylere inanmamaya
evvelden karar vermiş gibi inatçı bir tavırla başlarını
öte tarafa çeviriyorlardı.

Ali Rıza Bey, bu maceraya atılırken en ziyade çocukları üstündeki
nüfuz ve tesirine güvenmişti. Bu, böyle bir dalga idi ki,
ancak evin içinde herkes, kendisine inanır ve itaat ederse aşılması
mümkün olurdu.

Halbuki onlar, daha ilk sarsıntıda dağılıyorlar, büyük felaketin
karşısında onu yapayalnız bırakıyorlardı.

İhtiyar adam, bu bozgunu evvela Hayriye Hanım'dan bilmiş
ve Kendi ettiği yetmiyormuş gibi evlatlarını da zehirliyor, bana
karşı kışkırtıyor! diye karısına kinlenmişti. Fakat sonradan
anladı ki yok yere o fakirin günahına girmişti. Çocuklarını teşvik
etmek şöyle dursun, belki onu böyle acı ve hırçın yapan bilakis
çocuklarıdır. Bu fikri kuvvetlendirecek başka bir şey de
vardı. Hayriye Hanım, kocasına uzak durmakla beraber ev kadını
vazifesini hiç ihmal etmiyordu.

Zaten öteden beri iktisada son derece riayet eden bir kadındı.
Şimdi, bunu adeta hasislik, çingenelik derecesine çıkarmıştı. Bir
erkek, bu kadar hakir bir zamanda karısından daha ne bekleyebilirdi?

Oğlu Şevket'e gelince; ihtiyar baba için dünyada teselli ve saadet
namına yalnız o kalmıştı. Bu Şevket, ne fevkalade bir mücevher
çıkmıştı. Genç adam, babasının gözünde yavaş yavaş bir
ilah mertebesine çıkmaya başlıyordu.

Ali Rıza Bey'i yakan ateşi şimdilik yalnız o, anlıyordu. Ailenin
bütün yükünü üstüne aldığı, en acı titizliklere hak kazanacak
kadar yorulup asabileştiği halde terbiyesini bozmuyor, sırası
düştükçe babasının dizlerine oturup sakallarını okşayarak onu
teselli ediyordu:

- Korkma baba... Ben hiç bir zaman ümitlerini boşa çıkarmayacağım...
Göreceksin ne kadar iyi olacağız, sonunda ne kadar
rahat edeceğiz... Her şeyden evvel kardeşlerimi yetiştirmeliyiz.
Biz bize kaldıktan sonra kolay. Seninle annemi nasıl olsa
mesut edebilirim.

Şevket, kardeşlerinin hepsini ayrı ayrı düşünüyordu; evde ihmal
ettiği yalnız bir kişi vardı; kendisi.

Ali Rıza Bey, bir gün onun ağzını aradı:

- Benden saklama Şevket; dedi, elbette sen de bir şeyler olmak
istiyordun... Bu felaket başımıza gelmemiş olsaydı ne yapacaktın?

- İyi bir mimar olmak isterdim, baba... Büyümek, para kazanmak,
şöhret kazanmak isterdim... Fakat ne yapalım... Kısmet değilmiş...

Belki daha fazla söyleyecekti, fakat babasının gözlerindeki acıyı
gördü. Gülerek sözünü değiştirdi.

- Fakat bunu öyle ehemmiyetli bir arzu sanma, dedi. Ben
şimdiki hayatımdan da çok memnunum. Hem gencim; işlerimiz
düzelirse. belki buna da vakit kalır.

Ali Rıza Bey oğluna inanmış göründü.

Sözü değiştirdiler; başka şeyler konuşmaya başladılar.

Kahvedeki tekaüt arkadaşlarından bazıları ibadette bir teselli
keşfetmişlerdi. Ali Rıza Bey'in ibadeti oğlunu düşünmekti. Zaman
zaman içindeki ümitsizlik dayanılmaz bir dereceye çıktıkça
Şevket'i aklına getirir, içine bir mabet serinliği çöktüğünü
duyardı.

Bir gün, bunu gözlerinde saklanamamış yaşlarla itiraf etti:

- Oğulcuğum, ben kendimi faziletli bir insan sanır, budala
gibi gururlanırdım. Meğer ben, senin yanında hiç kalıyormuşum,
dedi.

Şevket şaşırdı:

- Ne söylüyorsun baba... Dünyada senin gibi insan tasavvur
edilir mi? Ne çocukluk? diye gülmeğe başladı.

Ali Rıza Bey, inatla başını salladı:

- Ben, senin yanında hiç kalırım oğlum, dedi. Niçin? dersen
ben, yaşadığım müddetçe zaten bir şey duymadım, istemedim.
Halbuki sen, çok hisli bir çocuksun. Her şeyi anlıyorsun,
istiyorsun... Böyle olduğu halde istediklerinden kendi ihtiyarınla
kendini mahrum ediyorsun. Aramızdaki fark bu yavrucuğum.
Bunun içindir ki, sen benden çok yükseksin...

-Xİİ-

EVDE çocuklar arasında hafiften hafife kavgalar başlamıştı.
Bu, evvela gizli oluyor ve Ali Rıza Bey, hakiki sebepleri keşfedemiyordu.

Bir gün Fikret, kardeşlerine çıkışıyor, ikinci günü Leyla'nın
odasında ağladığı işitiliyor, üçüncü gün Necla yemeğe inmiyordu.

Hayriye Hanım, artık şimdi bütün bütün yanına varılmaz bir
hale gelmişti. Ali Rıza Bey, mutlaka aksi bir cevap alacağını bildiği
için ona hiç bir şey sormaya cesaret edemiyordu.

Gitgide gürültü büyüdü. Kimse kimseden çekinmez oldu. O
vakit ihtiyar çocuklarını ikiye ayrılmış gördü: Bir yanda Fikret,
bir yanda Leyla ile Necla.

Bu, artık evde bir baba nüfuzu, hürmet edilecek bir reis kalmadığını
gösteren en güzel bir delildi.

Leyla ile Necla, ailenin yaşayış tarzını beğenmiyorlar; yenilik,
eğlence ve daha birçok şeyler istiyorlardı.

Bu iki kız, öteki kardeşlerine nispetle daha hoppa, nazlı ve
şımarık büyümüşlerdi. Ali Rıza Bey, onların fikir ve terbiyeleriyle
fazla meşgul olmamıştı. Bu kadar güzel kızları mümkün
değil, uzun zaman kendilerine bırakmayacaklardı. Daha, nihayet,
üç, beş sene misafirdiler.

Ali Rıza Bey Leyla ile Necla namuslu birer kadın olarak yetişirlerse
kafidir derdi. Bütün tedbir onları kapalı büyütmekten
ibaret kalmıştı. Kızların fazla sokağa çıkmalarına, ağırbaşlı
tanınmayan ailelerin kızlariyle arkadaş olmalarına izin yoktu.
Karısına daima: Bu yaşta çocuklar için güzellik en büyük tehlikedir.
Gözünü iyi aç! diye tembihler verirdi. Ancak bu sıkıntının
da bir aksi tesir yapmasından korktuğu için evde onları
fevkalade okşamıştı. Bir dedikleri iki olmazdı.

Son zamanlarda karısıyle çıkan kavgaları birçoğu bu yüzdendi.
Hayriye Hanım Leyla ile Necla için fazla para sarfedildiğinden
şikayet ettikçe Ali Rıza Bey: Senin aklın ermez hanım! Çocukları
eve kapıyoruz... İstediklerini yedirip giydirmezsek olmaz.
Sonra evden, ev hayatından nefret ederler. Keşki elimizden gelse
de onları evin içinde daha fazla memnun etmenin yolunu bulsak! derdi.

İlk çarpışma Hayriye Hanım'la ortanca kızları arasında oldu.
Kızcağız Leyla ile Necla'nın göz yaşlarına, hıçkırıklarına
epeyce zaman mukavemet etmişti. Ağırbaşlı Fikret, gürültünün
bu son safhasında annesine gizli gizli yardım ediyordu. Sonra,
ihtiyar kadında yorgunluk ve bozgunculuk alametleri belirdi.
İki yetişmiş evladın geceli gündüzlü ağladığını görmek dayanılır
şey miydi? Hayriye Hanım, Leyla ile Necla'nın tuvaletleri
için evin en zaruri masarifini kırpmaya başladı. Nihayet, yavaş
yavaş hesabını şaşırdı. Bu defa Fikret, annesinin bu zaafını tenkid
etti: Onları memnun etmek için bizi ihtiyaç içinde kıvrandırmaya,
evi felakete sürüklemeye hakkın yok anne!... demeye başladı.

Hayriye Hanım kendini müdafaa için Leyla ile Necla'yı da
müdafaa etmeye mecbur oldu: Onların da hakkı var... Herkesin
kızı gibi onlar da giymek ister... süs isterler... dedi.

Fikret, o vakte kadar küçük kardeşlerine kendi çocukları gözüyle
bakmıştı. Bu, onda, babasının mütemadi telkinleri neticesinde
doğup büyümüş bir duygu idi.

Fakat, asıl annesi Leyla ile Necla'yı bu şekilde müdafaa edince
Fikret dayanamadı:

- Peki, ya biz? Biz köpek yavruları mıyız anne? Haydi, ben
kendimi hesaba katmayayım... Ayşe'ye günah değil mi? diye isyan
etti. O zaman kadar surat asmalar, gizli ayılıp bayılmalar,
sessiz göz yaşlarıyla devam eden kavga, böylece açığa vurulmuş
oldu. Partiler ayrıldı; karşılıklı atışmalar başladı. Bir yanda
Leyla, Necla, Hayriye Hanım, öbür yanda Fikret ile Ayşe vardı.

Yalnız, iki tarafın kuvvetleri müsavi değildi. Ayşe, pek küçük
olduğu için Fikret yalnız sayılırdı. Genç kız, Şevket ile Ali
Rıza Bey'i kendi tarafına çekmeyi düşündü. Şevket kardeşini
uzun uzadıya dinledikten sonra:

- Bu işlere beni karıştırmak doğru olmaz Fikret, dedi, eve
küçük bir hizmetim oluyor diye kafa tutmağa kalkıyorum zannederler,
kalpleri kırılır. Fakat ilerimiz için tehlike görürsem ben
de boş durmam.

Ali Rıza Bey'e gelince, o artık evinde bir bostan korkuluğu
mevkiine düşmeye başladığını gayet iyi görüyordu. Bu kavgaya
karışmak çocuklarla beyhude yere yüzgöz olmaktan başka bir
netice vermeyecekti.

Şimdi, baba diye -bir dereceye kadar- hatırını sayıyorlardı.
O vakit, ona da lüzum görmeyecekler, zavallı korkuluk büsbütün
yıkılmış ayak altında kalmış olacaktı.

Onun için Ali Rıza Bey, evde seslerin titizleşmeye, yükselmeye,
başladığını işittiği zaman ya odasına kapanıyor, yahut mutfak
kapısından sokağa kaçıyordu.

- Xİİİ -

İHTİYAR baba, hiç bir şeyin farkında değil sayılırdı. Fakat
çocuklarını eskisinden çok daha iyi görüyor ve anlıyordu.

Ağır bir hastalık nasıl bir vücuttaki gizli illetleri açığa vurdurursa
bu buhran da onların çürük ve sakat taraflarını öyle meydana çıkarmıştı.

Fikret de, öteki kızları da bildiğinden ne kadar başka insanlarmış!
Kavga, yavaş yavaş şeklini değiştiriyordu. Leyla ile Necla,
asıl istediklerini açık açık söylüyorlardı; ne hakla kendilerini
eve kapatmışlardı? Herkesin kızları istedikleri yerde, istedikleri
insanlarla gezip eğlenirken kendileri neye bu cehennemde çile
dolduruyorlardı?

Evin adı artık (cehennem) olmuştu. Onlar da genç değil miydiler?
İnsan içine çıkmak, sosyetelere girmek, dansetmek istemezler
miydi? Gençlikleri geçiyor sayılırdı. Bu gidişle sonları ne
olacaktı? Babaları kendileri için bir şey hazırlamış mıydı? Ev,
delik deşik bir gemi gibi, günden güne batıyordu. Böyle zamanlarda
herkese başının çaresine bakmak hakkı neden verilmiyordu?
Üstlerindeki baskıyı kaldırmak zamanı gelmiş de geçiyordu.
Kendi başlarına bırakılırlarsa belki birer hayırlı koca bulur, canlarını
kurtarırlardı. Böyle zamanda kimin kapısını çalıp Evlenecek
kızınız var mı? diye soruyorlardı?

Ali Rıza Bey'deki Fikret'i yanlış terbiye ettim fikri de artık
değişmişti.

Her şey gibi çocukların terbiyesine verilen emek de boş bir
gayretti. Kanların mayasında, doğuşta ne varsa vakti, saati geldiği
gibi meydana çıkıyor, hiç bir şey onu değiştiremiyordu.

İhtiyar baba, bu kanaatine rağmen bazı sükun ve ümit saatlerinde
Necla ve Leyla'yı karşısına alır, bütün yüreğini yakan
şeyleri onlara anlatmaya başlardı. Ah, bu çocuklara bir parça
kendini anlatmak mümkün olsaydı! Yazık ki buna bir çare yoktu.
Ne kadar bağırsa sesini onlara işittirmeye muvaffak olamayacaktı.
El ile dokunulacak kadar yakın görünen bu başlar
kendisine yıldızlardan daha uzak yabancı dünyalardır.

Ali Rıza Bey, bu saatlerde kızlarını kurbanlık koyunlar gibi
görür; içi kan ağlardı.

-XİV-

CEHENNEM!... İlk defa Leyla ile Necla'nın kullandığı bu
kelime tutmuştu. Küçük Ayşe'ye varıncaya kadar bütün aile şimdi
eve Cehennem diyordu.

Fakat bu cehennemin her gün yarım saatlik bir mütarekesi
vardı: akşam yemekleri... Yarım saat esnasında boğuşmalar, göz
yaşları durur, yemek odasında eski zamanları hatırlatan bir sükun
ve muhabbet havası eserdi. Bu mucizenin sebebi Şevket'ti.
Nedense bütün aile onu sevmekte ve saymakta devam etmişti.
Bu, belki kavgalara karışmadığı içindi. Yahut da kendileri için
sabahtan akşama kadar didinip harap olmasına acıyorlardı.

O, sofraya oturduğu zaman bütün çehreler değişir, yemek devam
ettiği müddetçe herkes birbirleriyle güzel güzel konuşurdu.
Fakat bir zamandan beri Şevket'te de bir değişiklik başlamıştı.
Eski neşesini, canlılığını kaybetmiş gibi idi. Sofrada eskisi gibi
gülüp söylemiyor, arasıra çenesini eline dayayarak düşüncelere
dalıyordu.

Ali Rıza Bey, onun rengindeki uçukluğu, gözlerinin altındaki
gölgeyi evvela geceden ve petrol lambasının fena ışığından ileri
geliyor sandı.

Fakat, çocuğun konuşma tarzı da değişmişti. Her zamanki
ateşli, heyecanlı sesiyle ümit verici şeyler söylerken birdenbire
yorulmuş gibi duruyor hiç sebepsiz bedbinleşiyordu. Acaba oğlu,
çok fazla mı yoruluyordu? Birkaç defa bu korkusunu karısına
açmak istedi. Fakat cesaret edemedi. Hayriye Hanım, yanına
yaklaşılmaz bir kadın olmuştu.

Kocasının endişesini hissederse inadına aksi bir şeyler söyler,
onu büsbütün telaşa düşürürdü. Fakat Hayriye Hanım daha evvel açıldı.

Bir kış gecesi Ali Rıza Bey, elinde bir kitap mangal başında
uyukluyordu: Hayriye Hanım kapıyı aralayarak:

- Daha yatmadın mı? diye sordu; sonra içeri girdi. Riyakar
bir çehre ile:

- Oda çok soğuk üşümüyor musun? dedi.

Mangalı eşeledi. Rüzgar giren bir pencere aralığını kağıtla tıkadı.
Sonra, Ali Rıza Bey'in entarisindeki sökükleri gördü:

- Onu biraz çıkar da dikeyim... dedi.

Fakat kocasının entariyi verip fanile ile kaldığını görünce üşümesinden
korktu, minderin üstündeki battaniyeyi çekerek omuzlarına attı.

Ali Rıza Bey, bu iltifatları hayra yormadı. Karısının bu geceki
sinsi sinsi etrafında dolaşması, her zamanki sertliğe, aksiliğe
mukabil yaltaklanırcasına bir tatlılık göstermesi beyhude olmayaydı.
Aklına vaktiyle iyi zamanlarda kullandıkları hizmetçiler
geliyordu. Hayriye Hanım, bu kadınları mütemadiyen azarlar,
hırpalardı. Derken bir gece birdenbire muamele değiştirirdi. Bir
yumuşaklık, bir iltifat, bir nezaket... Hizmetçi o gece adeta hatırlı
bir misafir muamelesi görürdü. Hakikaten de öyleydi... Çünkü
ertesi sabah mutlaka bohçasını eline verip evden kovmaya
karar verilmiş bulunuyordu.

Ali Rıza Bey, öyle anlıyordu ki bu gece kendisinden büyük
bir fedakarlık istenecektir.

İhtiyar kadın, iki dakika kadar dikişle uğraştıktan sonra:

- Ali Rıza Bey, seninle konuşacak çok ehemmiyetli bir şeyim
var, dedi, aklım başımda yok. Şimdi Şevket'in odasından
geliyorum. Uzun uzun konuştuk.

İhtiyar adam, ameliyat masasına yatacak bir hasta gibi şaşkın
bir tevekkülle neticeyi bekliyordu.

Karısı onun azabını uzatmak ister gibi bitip tükenmez bir mukaddeme
yaptıktan sonra:

- Oğlumuz bir kadın seviyor, mutlak onu almak istiyor, dedi.

Şevket, çok gençti. İnsanların dünyada sevmekten daha ehemmiyetli
ve ciddi bir şeyi olamayacağına inandıkları bir yaşta idi.
Ali Rıza Bey, bunu gayet iyi bildiği halde bir türlü karısına inanmadı.
Onun fikrinde aşk; hali, vakti yerinde, işi gücü yolunda
olan bir kısım insanların bilerek ve isteyerek başlarına satın aldıkları
bir dertti. Şevket gibi işi başından aşkın, ağır ve akıllı
bir çocuk böyle bir deliliği nasıl yapardı?

Ali Rıza Bey, uzun uzun düşündükten sonra boynunu büktü:

- Mademki öyledir, evlensin, ne yapalım? dedi. Hakkıdır...
Kimseden zorla fedakarlık istenemez...

Hayriye Hanım onu tasdik etti:

- Orası öyle dedi, yalnız bir şey var ki beni biraz düşündürüyor...
Bilmem sen ne diyeceksin?

- Daha başka bir şey mi var dedin? Neye tereddüt ediyorsun?
Söylesene...

- İhtiyarsın, fazla meraklanmandan korkuyorum.

Ali Rıza Bey, titremeye başladı. Karısı, onu birdenbire fazla
müteessir etmekten çekiniyordu. O, Hayriye Hanım ki bir zamandan
beri onu her vesile ile kıvrandırmaktan adeta zevk duyar
olmuştu. Demek ki tasavvur edilemeyecek kadar acı ve
korkunç bir şey işitecekti. İhtiyar adam, telaşını gizlemeye
çalışarak:

- Çekinme, söyle, dedi, ben artık her şeye alıştım.

Kadın dikişini bitirmişti; mangal başına, kocasının karşısına
çömeldi; maşa ile külleri eşeleye eşeleye söyledi:

- Şevket bankada daktilolardan biriyle sevişmiş... bu, kocalı
bir kadınmış... Bir zaman gizli gizli ötede, beride buluşmuşlar...
Nihayet, iş meydana çıkmış... Kadın, kocası tarafından
sokağa atılmış... Şimdi arından bankaya gelemiyormuş... Şevket'le
evlenmezse mutlaka intihar edecekmiş.

Ali Rıza Bey, karısının beklediği gibi çarpınıp çırpınmıyordu.
Bilakis halinde, bakışlarında derin bir sükunet vardı. Acı
acı gülümseyerek:

- Şevket bu kadınla evlenmek mi istiyor? dedi.

- Sen razı olursan öyle. İki can birden kurtarmış olacaksın...

- Şevket, artık kocaman bir erkektir... Nasıl isterse tabii öyle
hareket eder. Ben, kendi hesabıma böyle bir izdivaca razı olmam...

- Ne söylüyorsun Ali Rıza Bey?

- Gayet erkekçe bir söz, kadınım... Oğlum böyle bir şey yaparsa
onu ölmüş farzederim. Bir evladım vardı; Allah elimden
aldı, derim, bağrıma taş basarım... Maalesef bence yapılacak
bir şey...

Hayriye Hanım, kocasını tanıyor, bu meselede ne söylerse tesirsiz
kalacağını gayet iyi biliyordu. Onun için fazla bir şey söylemeyerek
olduğu yerde sessiz, sedasız ağlamaya başladı. Ali Rıza
Bey, aynı sükunetle:

- Beyhude ağlıyorsun Hanım, dedi. Tekrar ediyorum: Ben,
böyle bir kadını evime sokmam. Şevket, bana itaat etmezse: Bu
evi ben besliyorum... senin ne demeğe hakkın var? derse iş değişir.
Ben, bir daha hiçbirinizle yüz yüze gelmemek üzere başımı
alır, giderim. Bu söylediklerimi oğluma da tekrar edersin.
Sana acımıyor değilim. Fakat, ne yapalım ki benim için başka
türlü hareket etmeye imkan yok.

Hayriye Hanım, ağlayarak odadan çıktı. Ali Rıza Bey, o gece
uyuyamayacağını anladığı için yatağa girmedi, battaniyesine
sarılarak sabaha kadar boş mangalı karıştırdı ve düşündü.

-XV-

EV, tekrar iki partiye ayrılmıştı. Fikret, bu izdivaca şiddetle
aleyhtardı. Bir kere yenge sıfatıyle aralarına girecek kadın, başından
türlü maceralar geçmiş, şüpheli bir insandı. Sonra, evdeki
sefalet ve para sıkıntısı büsbütün artacaktı. Leyla ile
Necla'ya gelince, onlar, Şevket'in evlenmesini delicesine istiyorlardı.
Ne olursa olsun bu kadınla beraber eve biraz yenilik ve
eğlence girecekti. Babası gibi eski kafalı Şevket, karısının teşvikiyle
mutlaka değişecekti.

İki parti arasında şiddetli bir çarpışmadır başladı. Ali Rıza
Bey, bu meselede bir granit gibi sert duruyordu. Fazla olarak
da Fikret, onun için umulmaz derecede kuvvetli bir silah arkadaşı
olmuştu.

Fakat Hayriye Hanım, kocasını mağlup etmekten ümit kesmiyor,
açık hücumlarda bulunmakla beraber sinsi bir mücadele
ile onu yavaş yavaş aşındırmaya uğraşıyordu. Mademki para
ve kuvvet kendilerindeydi; ergeç bu manasız ihtiyarın inadını
yeneceklerdi. Yalnız, şu vardı: Şevket, pek gevşek davranıyordu.
Ah, o babasına biraz karşı durabilecek kuvvette bir insan
olsaydı? Ne çare ki koskoca delikanlı, kız çocukları gibi gizli
gizli ağlamaktan ve her gün bir parça daha sararıp solmaktan
başka bir yapamıyordu. Görünüştü baba ile oğul arasında hiç
bir şey değişmemiş gibiydi. Şevket, babasına her zamankinden
daha hürmet gösteriyor, ne pahasına olursa olsun, onu kırmayacağını
haliyle, sözleriyle anlatıyordu.

Hayriye Hanım, arasıra oğluna:

- Şevket, babana itaatsizlik etmeni ben de istemem, ama hiç
olmazsa, biraz surat as, diye nasihat veriyordu.

- Bu adamı nasıl anladığımı ve sevdiğimi bilemezsin anne...
Darılma, hatırın kalmasın... seni de çok seviyorum. Fakat onun
sevgisi büsbütün başka adeta ibadet nev'inden bir şey, diyordu.

Hayriye Hanım, kocasını evvela Şevket'e çılgın muhabbeti tarafından
avlamaya yumuşatmaya çalıştı. Bu izdivaç olmazsa
oğullarının ya öleceğini, ya intihar edeceğini uzun tasvirlerle anlattı.
Zaten sinirleri gevşemiş olan ihtiyar baba, çocuğunu ölüm
döşeğine yatmış görüyor; ellerini gözlerine kapayarak katıla katıla
ağlıyor, fakat neticede hiç sarsılmamış bir kanaatle ölümünün
bu izdivaçtan bin kat daha hayırlı olduğunu söylüyordu.

Şevket'in çok fazla meyus göründüğü bir gece karı koca arasında,
korkunç bir vaka geçti. Hayriye Hanım, şiddetli bir sinir
buhranı içinde kıvranmaya: Göz göre göre çocuğu sana öldürtemem!
diye feryat etmeye başladı.

- Peki, üzülme... Şevket, istediğini yapsın. Beni düşünmeyin.
Ben, aranızdan çıkarım. Bir daha ismimi bile işitmezsin... dedi.

Kadın, onun yakasına sarılarak daha kuvvetle bağırmaya
başladı:

- Bu sözü ne yüzle söylüyorsun? Koca bir aileyi, bir alay çocuğu
aciz bir kadının başına bırakıp kaçmak hırsızlıktan daha
mı namusludur sanıyorsun?

Bu vaka üzerine Hayriye Hanım anladı ki bütün bu şiddet beyhudedir.
Biraz daha kuvvetli bir heyecan bu ihtiyarı öldürebilir,
fakat fikrinde zerre kadar bir değişiklik yapamaz. O vakit,
politikayı değiştirdi.

Mademki kocası bu izdivacı bir namussuzluk addediyor, o halde
ona ispat etmelidir ki bilakis oğlunun bu zavallı kadını yüzüstü
bırakması en büyük bir namussuzluktur. Hayriye Hanım,
bir zaman da ona bu cepheden hücum etti:

- Oğlun bir ailenin namusunu mahvetti, biçare bir kadının
sokakta kalmasına sebep oldu. Canı canla ölç! O zavallı da senin
Fikret gibi; Leyla ve Necla gibi tecrübesiz bir çocuktur...
Allah, sonra bize kendi evlatlarımızdan çektirir. Bu kadının namusunu
temizlemek oğlunun boynuna borç olmuştur.

Ali Rıza Bey, gerçi bir vakit bu mantığa kulak vermiyor göründü.
Fakat bu sarsılmaz zannedilen kayanın altında görünmez
birtakım çöküntüler olmuştu.

Günün birinde hiç sebep yokken karısını çağırdı, mazlum bir
sükunetle:

- Hanım, ben, uzun uzadıya düşündüm dedi. Oğlumuzun
bu kadını yüzüstü bırakması doğru olmayacak. Benim tarafımdan
Şevket'e söyle. İstediği kadını kabul etmeye, ona kendi kızımız
gibi kollarımızı açmaya hazırız, dedi.

-XVİİ-

DÜĞÜN gecesi... Ev, baştan başa aydınlık içinde... Kapılar,
pencereler, açılmış. İkide bir cazbant çalıyor. O, susunca neşeli
kahkahalar, haykırışlar, çığlıklar...

Sokakta kuvvetli bir ışığın etrafına toplanan gece böceklerinin
kaynaşmasına benzer bir gizli hayat var. Ta uzaklardan çalgıya
ve aydınlığa doğru akıp gelmiş bir kalabalık. Kadınlar,
erkekler, çocuklar. Bunların bir kısmı düğün evinin saadetini sokakta
seyrediyor; bir kısmı içerdeki kargaşalıktan ardına kadar
açılmış kapılardan cesaret alarak yavaş yavaş bahçeye yayılıyor.
Ali Rıza Bey'in özene bezene işlediği çiçek tarhlarının kenarına
oturuyor.

Ali Rıza Bey, usulca arkadaki mutfak kapısından kaçtı, dört
beş yüz adım uzaktaki bir tepeye çıktı. Büyük bir kayanın kenarına
oturdu, şakaklarını elleri içine aldı. Bu haliyle evinin yandığını
uzaktan seyreden bir zavallıya benziyordu. Artık yüzde
bir ümit kalmamıştı. Bağlarbaşı'ndaki harap ev, karanlık penceresiyle,
kapalı kapılar ile dışardaki fırtınanın günden güne artan
zoruna uzun seneler kahramanca dayanmıştı! Bu beyhude
mukavemet, ne göz yaşlarına, ne mahrumiyetlere mal olmuştu.

Şimdi, bu düğün, sıkı bir rüzgar hücumu gibi, bir anda kapıları
arkalarına dayıyor, ihtiyar babanın bütün korktuğu şeyler
evi birdenbire istila ediyordu.

Evet, artık ümit kalmamıştı. Şevket'le beraber en kuvvetli silah
arkadaşını kaybediyor, dünyada yapayalnız kalıyordu.

Ali Rıza Bey, haftalardan beri ağırlık basmış gibi bir halde
yaşamıştı. Ancak her şeyin bittiği bu gecede açık bir kafa ile düşünmeye
ve gördüklerini hatırlamaya vakit buluyordu.

Düğün lakırdısı ortaya çıkınca ağırbaşlı Fikret'e varıncaya kadar
bütün çocuklar elbise diye üstüne üşüşmüşlerdi. Karısından
yardım bekleyemezdi. Şevket'ten de hayır yoktu. Zavallı çocuğun
başında ateş yanıyordu.

Ali Rıza Bey, bir zaman şaşkın şaşkın çarpışmış, çocuklarının
hepsine ayrı ayrı anlatmağa çalışmıştı ki bu düğün bildikleri
gibi ferahlı ve iftiharlı bir düğün değildi. Nasılsa olmuş bir
felaketin tamiridir; kendilerine düşen şey bu ayıbı davul zurna
ile aleme ilan etmekten ziyade mümkün olduğu kadar sessiz, sedasız
geçiştirmektir.

Böyle olmasa da ne ile elbise ve düğün yapacaklardı? Elde,
avuçta bir şey kalmamıştı.

Borç etmeye kalksalar ipin ucunu büsbütün kaçıracaklar, birkaç
ay sonra muhakkak aç kalacaklar ve elaleme rezil olacaklardı.

İhtiyar adam, bir gün şaşkınlıktan Ayşe'yi karşısına almış, bu
on bir yaşındaki bebeğe saatlerce para hesapları yapmış, bakkal
defterleri, senetler, kağıtlar göstermişti. Fakat, artık, çocuklar,
saygıyı da kaldırmışlardı. Şimdi, onların hepsi birer küçük
Hayriye Hanım'dı. Kızdıkları zaman tıpkı annelerinin çehresine
benzeyen yüzleriyle bağırışıyorlardı: Bir doğruluktur tutturdun.
Bizi düşünmedin. Dilenci çocuklarından beter ettin.
Herkes, çocuklarının bir dediğini iki etmezken kardeşimizin düğününde
bizi hizmetçi gibi gezdirmeye nasıl razı olacaksın?

Ali Rıza Bey, filozof adamdı. İnsan olanın başına her şeyin
gelebileceğine ihtimal verirdi. Fakat, doğruluk ve namusunun
bir gün, çocukları tarafından bir büyük ayıp, affedilmez bir kabahat
gibi başına kakılacağını hiç aklına getirmemişti.

Dert, sade elbise derdinden ibaret de değildi. Ev eşyası, hemen
baştan başa değişiyordu. Eski kırık oda takımları, kerevetler,
masalar, sandalyeler, satılıyor, yerine yenileri geliyor, bazı
odaların duvarları kağıtlanıyordu.

Bunlar para ile olan şeylerdi. Ali Rıza Bey, Şevket'in bütün
bu masraflara dayanmak için neler yaptığını, neler çektiğini düşünmeye
bile cesaret edemiyordu. Birkaç defalar, ne olursa olsun
oğlu ile konuşmak istemişti. Fakat artık babasıyla göz göze
gelmekten çekinen Şevket, meyus ve suçlu bir tavırla başını önüne
eğmiş: Biliyorum baba. Fakat zaruri, demiş ve ondan kaçmıştı.

Hayriye Hanım, sandığında, sepetinde ne varsa ortaya dökmüş,
son kalan bir iki parça elmasını mezada götürmüştü. Bütün
bunları evde yine kimseyi memnun etmiyor, her akşam
çığlıklar kopuyor, ayılıp bayılanlar oluyor, elinde sarfedilecek
para bulundukça Ali Rıza Bey'i adam yerine saymayan Hayriye
Hanım, başı sıkıştığı zaman: Ayol, evin erkeği değil misin?
Ben, aciz bir kadınım... Elimden ne gelir?... Bir çare bul...
diye kocasının üstüne koşuyordu.

İşin asıl fena tarafı Ali Rıza Bey'in gelini Ferhunde'yi de gözü
tutmaması idi. İhtiyar adam, onu ilk gördüğü günü unutamıyordu.
O, namusu temizlendiği, iyi bir aileye kabul edildiği için
sevincinden ağlayan mahçup ve mütevazi bir kadıncağızla karşılaşacağını
zannediyordu. Halbuki bilakis, gayet yüksekten
atan, kendisinde tükenmez haklar gören küstah, hafif, şımarık
bir mahluk buldu.

Oğlunun saadeti ve ailenin şerefi namına bu kadına söylenecek
bazı sözler vardı. Fakat bir bakışta onun konuşulamayacak
bir insan olduğunu anlayınca vazgeçti ve artık kendini vakalar
bırakmaktan başka çare görmedi.

Cazbant, durmadan çalıyor, iki gün evvel kafesleri sökülmüş
pencerelerin arkasında bir alay insanın mütemadiyen sıçrayıp
tepindiği görünüyordu.

Ali Rıza Bey, Hayriye Hanım'ı düşündü. O şimdi mutlaka
aşağıda, kör bir lamba ışığında, kirli tabak yığınları arasında
didiniyor, sarhoş mezesi hazırlamaya çalışıyor olmalıydı. Ali Rıza
Bey, en müşkül zamanında kendisini yalnız bırakan bu kadına
uzun zamandan beri dargındı. Fakat buna rağmen bu gece
ona acıyordu.

Bu zayıf kadın, bu beş çocuğu yetiştirinceye kadar neler çekmişti?
Vazifesini bitirmiş bir insan sükunetiyle bir köşeye oturacağı,
rahat bir nefes alacağı bir zamanda böyle mutfak
köşelerinde didinip çırpınması, her gün bir sıkıntı içinde kendini
helak etmesi çok acı bir akıbetti.

Bu olan şeyleri muhakkak ki o da hoş görmüyordu, göremezdi...

Ömrünü dört duvar arasında geçirmiş, çocuklarından başka
insan yüzü görmemiş temiz bir ev kadınının birdenbire değişmesine
imkan yoktu. Bu değişikliğin sebebini belki de onun bu
çocuklara olan fazla muhabbetinde aramak lazım gelirdi. Ne de
olsa düşüncesiz, saf bir kadındı. Fazla ilerisini görmeye kafacığı
müsaade etmemiş, sırf hisleriyle, çocukların ne pahasına olursa
olsun ağlamalarına mani olmak isteyen zayıf ana hisleriyle hareket
etmişti. İğrendiği muhakkak olan birçok şeylere, sırf onlar
istiyor diye, onları mesut etmek için katlanıyor, bunca senelik
kocasını hırpalamaktan çekinmiyordu. Evet, ikisi de çocuklarını
ihtimal, aynı kuvvetle seviyorlardı; fakat, ne yazık bu seviş
tarzları başka idi.

Ali Rıza Bey, içinden Şevket'e de biraz kırgındı; fakat bu gece
onu da affediyor ve çocuğa çıldırırcasına acıdığını duyuyordu.
O gün, birkaç defa karşılaşmışlardı. Pek dikkatli bakmamakla
beraber oğlunu çok meyus ve şaşkın görmüştü. Güzel
ve zeki başı siyah güveylik elbisesinin üstünde balmumu gibi
renksizdi.

Bir aralık tenha bir köşede Ali Rıza Bey'e yaklaşmış, Baba,
bir parça beni dinler misin? demişti. Fakat sesi birdenbire göz
yaşlarıyle dolmuş, yukarıdan birisinin, Şevket... Şevket... diye
kendisini çağırmasını bahane ederek kaçmıştı.

Çocuk, acaba ne söylemek istemişti? Ali Rıza Bey, bunu bilmiyordu.
Fakat öyle sanıyordu ki konuşmuş olsalardı şimdi bu
saatte bu ayrı ayrı yerlerde ikisi de daha ferah ve daha az bedbin
olacaklardı.

- XVİİ -

LEYLA ile Necla tahminlerinde yanılmamışlardı.

Yengeleri, açık fikirli, cesur bir kadındı.

Daha düğün günü onlarla konuşurken etrafı koklar gibi hareket
yapmış:

- Bu evde bir türbe kokusu var, demişti, benim fikrimce pencereleri,
kapılar açmak, biraz hava değiştirmek lazım. Bilmem
belki siz alıştığınız için bir şey hissetmiyorsunuz.

Kızlar, en güzel sinema yıldızını kıskandıracak kadar mahzun
ve güzel tavırlarla başlarını gökyüzüne kaldırmışlardı. Bir
şey hissetmiyorlar mıydı? Siz, bir de onların içine sorun. Zavallı
çocuklar, havası boşalmış bir şişe içindeki kuşlar gibi adeta
nefessizlikten can çekişiyorlardı. Fakat ellerinde ne vardı? Babaları
eski kafalı bir ihtiyar, anaları aciz bir kadındı. Fikret ablaları
bir ağırbaşlılıktır tutturmuştu. Yirmi yaşında bir genç kız
olmasına rağmen eski kafalılıkta babasına taş çıkartıyordu. Şevket'e
gelince... nedense şimdiye kadar o da pek yenilik ve eğlence
taraftarı görünmemişti.

İnşallah yengeleri sayesinde o da bir parça açılır, kendi yaşındaki
Asri gençlere benzerdi. Fakat o biçarenin elinden de
kendileriyle beraber ağlamaktan başka bir şey gelmiyordu.

Görümcelerinin daha ilk günde böyle büyük bir emniyetle açılıp
saçılmaları yaşlı gözlerle adeta kendisinden imdat istemeleri,
Ferhunde'nin kalbine dokunmuştu. Genç kadın, Leyla ile
Neclanın saçlarını okşayarak:

- Vah zavallı masumlar! dedi; bu güzel gözleri böyle ağlatmaya
nasıl dayanıyorlar? Siz hiç merak etmeyin. Şimdi artık üç
kişi olduk. Nasıl olsa derdimizi anlatırız.

Ferhunde'nin üç kişi olduk demesi tevazudan başka bir şey
değildi. Yoksa bugünden itibaren evin diktatörü kendisi olduğunu
gayet iyi anlamıştı.

Bu genç kadın, zeki olduğu kadar da hilekar ve cesurdu. Birkaç
gün içinde idareyi eline aldı ve eve tek başına hükmetmeye
başladı.

Evin içinde zaten bir gölge gibi gezen Ali Rıza Bey, büsbütün
ortadan kayboldu. Sabahları erkenden sokağa çıkıyor, günü kendi
kendine kırlarda gezmekle, yahut kahvelerde oturmakla geçiyordu.

Fikret'in babasıyle arası açılmış. Genç kız, bir türlü yengesi
ve kardeşleriyle anlaşmak istemiyor, bütün gün vahşi bir inatla
odasına kapanıyordu.

Onun fikrince bütün bu olan şeylerin mesuliyeti Ali Rıza Bey'e
aitti. O, aile babası vazifelerini ihmal etmeseydi, evini kuvvetli
bir erkeğe yakışacak bir metanetle idare etseydi söz, böylece ayağa
düşer miydi?

Genç kız, düşündüklerini Ali Rıza Bey'e de söylemekten çekinmiyordu.
Arasıra yalnız kaldıkları vakit babasını acı acı iğneliyor:
Benim için ehemmiyeti yok. Ben, nasıl olsa hayatı
kırılmış bir kızım. Fakat Ayşe'ye acıyorum... Yavrucak, bunların
arasında mutlaka ahlaksız olacak. diye ihtiyar adamı büsbütün
çıldırtıyordu.

Ali Rıza Bey'e göre Fikret, tamamiyle haksız değildi. Bu işlere
biraz da kendisi sebep olmuştu. İki büyük kabahati vardı:
Evvela zayıf bir adamdı. Sonra parasızdı ki her halde bu, daha
affedilmez bir cinayetti.

İhtiyar adam Altın Yaprak Anonim Şirketini bıraktığı zaman
karısının söylemiş olduğu sözlere şimdi hak veriyordu:

- Şirketi bıraktığına iyi mi ettin? Başkalarının ahlaksızlığından
sana ne idi? Hiç olmazsa yalnız kendini lekelerdin; çoluk
çocuğunu bu tehlikeden kurtarmış olurdun.

Ali Rıza Bey, bir akşam, karısına yalvararak elbiselerini ütületti.
Eskiden olduğu gibi büyük bir dikkatle giyindi. Karısı bu
şıklığın sebebini öğrenmek istedi; o:

- Hiç. Bir eski arkadaşı ziyaret edeceğim de... diye müphem
bir cevap verdi.

Maksadı Altın Yaprak Anonim Şirketi müdürü Muzaffer
Bey'e hatır sormak bahanesiyle, şöyle bir görünmekti. Eski talebesi
ona bir iş verirdi.

Gerçi Muzaffer'le bir daha yüz yüze gelmemeye ahdi vardı.
Fakat bu, eski zamanlara ve eski Ali Rıza Bey'e ait bir karardı.

Değil mi ki kendi oğlunun yaptığı kabahate göz yummuştu;
artık tenkid etmeye, yüksek sesle doğruluktan bahsetmeye kalkmak
gülünç bir şey olurdu.

Ali Rıza Bey, Şirket'te evvela kalem odasına uğradı, eski arkadaşlarından
bir çoğunu değişmiş buldu. Kalanlar da onu tanımakta
adeta güçlük çektiler. İhtiyar adam, koridorlarda
mümkün olduğu kadar geciktikten, duvarlarda asılı ilanları satır
satır okuduktan sonra müdürün odasına yürüdü, nedense çok
ayıp bir şey yapıyormuş gibi elleri titriyor, bir türlü kapıyı vurup
içeri girmeye cesaret edemiyordu.

Belki kuvvet toplamak için koridorda bir boy daha dolaşacak,
ilanları bir kere daha okuyacaktı. Fakat birdenbire kapı
açıldı. Muzaffer Bey, elinde bir dolu çanta ile dışarı çıktı.

- Vah hocam... Siz misiniz? Ne var ne yok? İyisiniz inşallah?

Genç adam, onu böyle suçlu bir insan vaziyetinde kapısı önünde
bulduğuna hiç hayret etmiyor gibiydi. Ali Rıza Bey'in kalbi
birdenbire burkuldu:

- Hamdolsun efendim, dedi, siz göreceğim geldi... Bugün
bu tarafa bir işim düşmüştü...

Muzaffer Bey, sözü Ali Rıza Bey'in ağzından aldı:

- Hatırımı sormadan geçmek istemediniz değil mi? Teşekkür
ederim... Nasılsınız? Maşallah pek değişmemiş görünüyorsunuz.
Oğlunuz nasıl? Kerimeler de iyidir inşallah? Artık
büyümüşlerdir!

Muzaffer Bey, konuşulması lazım gelen şeyleri mümkün olduğu
kadar çabuk bitirmek ister gibi birbiri ardına sualler soruyor,
bu esnada çantasını aralayarak içindeki kağıtları muayene
ediyordu. Elinde bir şapka ile bekleyen bir hademeye:

- Oğlum, masanın üstünde mühürlü bir zarf var; getir onu
bana...

Dedi. Sonra Ali Rıza Bey'in elini sıktı:

-Hocam, affedersiniz! Acele bir işe gidiyorum, dedi, yolunuz
düşer de uğrarsanız memnun olurum... Allaha ısmarladık.

İhtiyar adamı koridorda yalnız bırakarak süratle merdivenlerden
indi.

Bu son ümit de böyle suya düşmüş oluyordu.

- XVİİİ -

LEYLA ile Necla, artık muratlarına ermişlerdi. Senelerden
beri hasretini çektikleri asri hayata nihayet kavuşmuşlardı.

Ali Rıza Bey'in Bağlarbaşı'ndaki kendi gibi ihtiyar ve çürük
evi eski mahrumiyetlerinin acısını çıkarmak ister gibi çılgın bir
neşe ve şenlik içinde kalkıp kalkıp oturuyordu.

Haftada iki gece dostlara danslı çay veriliyor, en aşağı iki üç
gece de başkalarının davetine gidiliyordu. Aşağı sofa ile taşlık
arasındaki camekan kaldırılmış, delik deşik duvarlar sarı yaldızlı
bir kağıt ile kaplanmıştı. Davet akşamları taşlıktaki su küpü,
sofadaki yemek masası ve daha başka hırdavat eşya mutfağa
taşınıyor, yukarıdan kilimler, iskemleler, süslü yastıklar indirilerek
bir kabul salonu dekoru kuruluyordu.

Bu telaşlar arasında çok kere akşam yemeği hazırlama ve yemeğe
vakit kalmazdı.

Herkes misafirler için hazırlanan sofradan bir, iki bisküvi, bir
sandviç alır, ayak üstünde acele acele yerdi. Biraz sonra davetliler
birer birer sökün etmeye başlayınca Hayriye Hanım, eteklerini
toplayarak, kollarını sıvayarak mutfaktaki büfecilik
vazifesine kapanır, Ali Rıza Bey, aşağıdaki gürültüleri mümkün
olduğu kadar az işitmek için kolunda bir kitap, elinde bir mum
ile tavan arasına çıkardı.

Gramofon, bütün gece çalar, çılgın kahkahalar, çığlık çığlığa
boğuşmalar içinde durmadan dansedilir, temelinden sarsılıyor
gibi olan evin harap tavanlarından tozlar yağardı...

Çok kere oturduğu yerde sönen mumun önünde uyuyup kalan
Ali Rıza Bey, ilk sabah ışıkları içinde gözlerini açtığı vakit
evi hala bu gürültüler içinde sarsılıyor bulurdu.

Ailenin misafirliğe gittiği gecelere gelince, o vakit de yine bitip
tükenmez hazırlıklar sebebiyle akşam yemeklerine vakit kalmazdı.
Kızlar, yengeleriyle beraber saatlerce sökük dikerler,
bozulmuş elbise parçalarından uydurma süsler hazırlarlar, vücutlarının
görünecek yerlerini kolonya ile silerler, ayna karşısında
kantocu kızlar gibi boyanırlardı.

Küçük, büyük evin bütün insanlarına arız olan titizlik ve hırçınlık
Ali Rıza Bey'e de sirayet ediyor gibiydi.

İhtiyar adam, bazen kızıp köpürüyor, bu rezaletlere tahammül
edemeyeceğini bağıra bağıra söylemeye başlıyordu. O vakit,
Hayriye Hanım, nerede ise koşup yetişiyor:

- Ali Rıza Bey, çıldırıyor musun? Ne yapalım şimdi böyle
geçiyor... Kızlara koca bulmak lazım... Eve kapatılmış bir kızı
bu zamanda kimse arayıp sormuyor... Bu yaptıklarımız sırf onlara
hayırlı bir kısmet bulmak için... Çocuklarına hanlar hamamlar
mı yaptın? Bırak biçareler de başlarının çarelerine
baksınlar...

Diye çıkışıyordu... Görünüşte Şevket de bu fikirde idi:

- Baba, hayat değişmiş diyordu, emin ol ki bu eğlencelerde
zannettiğin kadar korkulacak bir şey yok... Şimdi bütün dünya
böyle. Ne yapalım? Asrın icabatına uymaya mecburuz. Sen, başka
bir zamanın adamı olduğun için bunların ne kadar tabii ve
zaruri olduğunu görmüyorsun.

Ali Rıza Bey, evvela şaşırdı; oğlunun da öteki çocukları gibi
değiştiğine, bozulduğuna hükmetti. Fakat biraz sonra anladı ki
Şevket, yine eski Şevket'tir.

Onun fikirlerinde ve duygularında hiç bir şey değişmemiştir.
Bu gidişten o da memnun değildir. Ne bu yaşayış tarzını, ne evlerine
girip çıkan insanları, o da beğenmiyor; fakat ne çare ki
iş çığrından çıkmış, karısına olan zaafı yüzünden, yahut daha
başka sebeplerden kendini bir kere bu korkunç akıntıya kaptırmıştır;
bu müdafaalar bu zaafa bir mazeret göstermeden başka
bir şey için değildir.

Oğlunun söz söylerken aldığı suçlu ve meyus tavır da bunu
göstermiyor muydu? Evet, Şevket, yine eski Şevket'ti. Bu olan
şeyleri ne bu zaman, ne de hiç bir zaman tabii ve zaruri bulmuyordu.
Ne yapsın ki ok yaydan çıkmıştı.

Ali Rıza Bey bunu anladıktan sonra oğluna daha çok acımaya
başladı.

Çocuğun günden güne süzüldüğü ve eridiği görülüyordu. Bu
öldürücü eğlence gecelerinden sonra çok kere yatmadan çantasını
alarak sokağa çıkıyor, akşamlara kadar kim bilir nerelerde
ne şekilde didişip uğraşıyor, ortalık karardıktan sonra yorgunluktan
bitmiş bir halde eve dönüyordu. Fakat onun yatağa girecek
derecede hasta olduğunu kimse görüp anlamıyor, karısıyle
bir rahat yemek yemesine bile meydan vermeden önlerine katıp
yine gece eğlencelerine sürüklüyorlardı. İdare, hala Hayriye Hanım'da
idi. Fakat kadıncağız, artık ipin ucunu iyiden iyiye kaçırmıştı.
Evde su gibi para sarfediliyordu. Bu para, nereden
geliyordu? Şevket, ölesiye çalışmak pahasına da olsa bu korkunç
masrafı karşılayacak kadar para kazanıyor muydu? Yoksa çocukcağız,
borca mı batıyordu?

- XİX -

DÜĞÜNÜN üstünden birkaç ay geçti. İlk zamanlarda hesapsız,
kitapsız su gibi giden paranın membaı kurumaya başladı.
Bunun arkasından tekrar kavgalar mevsimi geldi.

Şevket'in büyük bir sıkıntı içinde olduğu görülüyordu. Bazı
sabahları, annesine masraf parası bırakmadan çıkıyor, ara sıra
kapıya gelen alacaklılar kendisini yok dedirtiyordu. Ev halkı tekrar
birbirine düşmüştü. Kimi gün Ferhunde sinirlenip haykırıyor;
kimi gün Leyla ile Necla, intihara kalkıyor, kimi gün Ayşe
ağlıyordu.

Kocasından başka herkese fevkalade yumuşak ve tatlı muamele
eden Hayriye Hanım ise bu kavgalar arasında mütemadiyen
ondan ona koşarak yalvarıyor, ara bulmaya çalışıyordu.

Sefalet son dereceyi bulmaya başlamıştı. Bazen evde ateş yanmadığı,
tencere kaynamadığı günler oluyordu. Dolabında daima
gizli reçelleri, kutu sardalyaları olan Ferhunde müstesna
olmak üzere herkes eline geçirdiği zeytin, peynir, pastırmayla
bir köşede karnını doyuruyor, pek soğuk havalarda kapsız yorganlara
sarınılıyordu.

Böyle olmakla beraber davet günleri geldiği zaman yine her
şey değişiyordu. Bütün ev halkı barış görüş oluyor; yüzler gülüyor,
elbirliğiyle bir çalışmadır başlıyordu. Kimi yemek masasını
taşıyarak kabul salonunu hazırlıyor; kimi sökük dikiyor, çorap
tabanı tamir ediyor, kimi ütü ütülüyor, Ayşe, eski bir zımba makinesiyle
renkli uçurtma kağıtlarından konfeti kesiyordu.

Hayriye Hanım'a gelince, o, yine kollarını sıvayarak mutfağa
giriyor, bayat francalaları yarıp peynir kırıntıları ve margarin
yağıyle sandviçler dolduruyordu. Kadıncağız, bu işte bir
gazino büfecisi gibi ihtisas sahibi olmuştu. Bir kaşık siyah havyarı
zeytin ve sardalya barsağıyla karıştırarak nefis havyarlar
yapıyor, eski davetlerden kalma kadeh artıklarını çürük yemişlerle
kaynatmak suretiyle likörler meydana getiriyordu.

Bir gün evvel saç saça, baş başa kavga edenler bir gün sonra
güle eğlene birbirlerinin tırnaklarını boyuyorlar, cımbızla kaşlarını
yoluyorlar, dikişlerini dikiyorlardı.

Ali Rıza Bey'in anlamadığı şeylerden biri de en acı sefalet içinde
kıvranan ve birbirlerini yiyen bu insanların eğlence saati gelince
birdenbire her şeyi unutmaları, hiç bir şey olmamış gibi
gülüp eğlenmeye başlamalarıydı.

Demek çocukları hissiz, haysiyetsiz, çingene gibi bir şey olmuşlardı.

Ali Rıza Bey, bir şey söylemek istedikçe cevap hazırdı:

- Ne yapalım, keyfimizden değil ya... Kızlara koca bulmak
lazım...

Hayriye Hanım, bu bahane ile Ali Rıza Bey'i misafirlere çıkarmaya
da başladı:

- Sansar gibi tavan arasında dolaşacağına insan içine çık.
Eve gelen gidenler arasında Leyla ile Necla'yı isteyenler var. Babaları
değil misin? Son sözü söyleyecek sensin. Bu adamlarla
konuş, ahlaklarını, meşreplerini anlamaya çalış. Babalık vazifelerinden
hiç birini yapmadın, bari bunu yap...

Ali Rıza Bey, bunu yanlış bulmuyordu. Darılıp bir köşeye çekilecek
zaman değildi. Leyla ile Necla, ne de olsa evlatları idi.
Mademki eve gelip gidenler arasında onlarla evlenmek fikrinde
olanlar varmış. Bunların içinde iki namuslu adam seçmeye gayret
etmeliydi. Zaten çocukların göz göre göre ziyan olup gitmesine
mani olmak için şimdilik bundan başka çare de görmüyordu.

Artık davet akşamları o da oyuna çıkacak bir aktör gibi köşede
hazırlık yapıyordu, kunduralarını boyuyor, pantolonunun
paçasından sarkan iplikleri makasla kesiyor, gömleğinin yırtıklarını
büyük bir dikkatle kravatının altına sokuyor, saçını sakalını
fırçalıyordu.

Ali Rıza Bey, eskiden idare meclisine girerken aldığı ciddi vaziyetle
içeri girince kızlar pullu, boncuklu tuvaletlerinden çıkan
çıplak kollarını kanat gibi sallayarak koşuşuyorlar, şımarık çığlıklarla,

- Babacık... Cici güzel babacık, diye boynuna sarılarak bir
koltuğa oturtuyorlar, bisküviler, sandviçler getirip zorla ağzına
sokmaya çalışıyorlardı.

Misafirlere karşı bu, ne iğrenç sahtekarlıktı: Ali Rıza Bey, kızlarını,
biraz evvel kuliste itip kaktıkları ihtiyar bir aktörü perde
açılınca rol icabı öpüp koklamaya başlayan tiyatro kızlarına benzetiyor,
hem onlardan, hem kendinden iğreniyordu. Ne yapsın
ki birçok şeyler gibi buna da tahammül etmeye mecburdu. Bu
mesut aile komedisini oynamak suretiyle davetliler arasında çocuklarına
belki bir koca avlayacaktı. Yalnız, şu evine girip çıkan
bu alay alay erkekler içinde insana benzer tek bir çehre
görünmüyordu: Yirmişer, yirmi ikişer yaşında terbiyesiz, cahil,
küstah mahalle çocukları... Kimi kumardan, kimi kadından, kimi
büyük borsa ve ticaret manevralarından, kimi yediği veya
beklediği büyük miraslardan hayret verici bir yüzsüzlükle bahseden
çeşit çeşit serseriler... Yıprak, kokainci, şişkin, ayyaş çehreleri...
sırf gafil kız çocuklarını kandırmak için aileler içine
sokulmuş ihtiyar tilkiler...

Ali Rıza Bey, hiç bir şeyin farkında değil gibi, bir köşeye sinip
oturduğu halde bu çehrelerin içyüzünü görüyor, kızları onlarla
teklifsiz konuşup şakalaştıkça utancından kahroluyordu.

Şevket'in bu meclislerde herkesten ne başka bir hali vardı. Bu
zavallı çocuğun mütemadiyen azap ve işkence içinde yaşadığı belliydi.
Fakat ne çare, bir kere saplandığı bu bataktan bir türlü
kendini kurtaramıyordu. Şevket, Ali Rıza Bey'in misafirlere çıkarıldığına
hiç tahammül edemiyordu. Bazen göz göze geldikleri
zaman: Seni bu vaziyete ben düşürdüm; affet! der gibi
boynunu büküyordu.

Genç adam, bir gece bir bahane ile babasını dışarı çekti, taşlıkta
onun kulağına eğilerek: Kuzum baba, bana acırsan bunların
içinde bulunma! dedi ve cevap beklemeden kaçtı.

-XX-

EVİN üst katındaki bir odada kendi kendine yaşayan, yalnız
arasıra kavga etmek için dışarı çıkan Fikret, bir gece babasını
yanına çağırdı.

Hiç mukaddeme yapmadan:

- Ben evleniyorum baba, dedi.

Ali Rıza Bey, şaşırdı. Fakat pek fazla telaş göstermedi:

- Öyle mi çocuğum? Allah mesut etsin, dedi.

- Sana danışmadan böyle bir karar verdiğim için belki bana
kızarsın...

Ali Rıza Bey, acı bir gülümseme ile:

- Kızmak mı? Niçin kızayım çocuğum? Benim senin üstünde
bir hakkım yok ki... dedi.

Fikret, kaşlarını çattı:

- Bu sitemin doğru değil baba...

- Sitem etmiyorum... hakikati söylüyorum... Ben, artık fukara
oldum... Bütün haklarım gibi babalık hakkımı da kaybettim...
Madem ki senin saadetini temine kaadir değilim.. Ne
istersen yapmak hakkındır çocuğum...

Fikret, evvela biraz sarsıldı, babasına acır gibi oldu. Fakat
çehresi tekrar sertleşti, ağır ve tutuk bir tavırla:

- Açık konuşalım baba, dedi. Bilirsin ki ben, öyle pek kafasız
bir kız değilim. Annem gibi, kardeşlerim gibi fakir düştük,
parasız kaldık diye sana darılmak hiç bir zaman aklımdan geçmedi.
Buna mukabil onlara gösterilen zaafı affedemedim ve edemeyeceğim.

Şevket, fena çocuk değil. Ancak, ne çare ki yularını o soysuz
kadına kaptırmış. Leyla ile Necla ne yaptığını bilmeyen iki çılgın...
Annem, koyun gibi nereye çeksen oraya giden bir zavallı.
O kadar çırpındım, çarpındım: Baba, gözünü aç. Bunlar evi
bir felakete sürükleyecekler dedim. Aldırmadın; yabancı gibi
köşeye çekildin, sade darılıp surat asmakla iktifa ettin... Sen,
erkekçe hareket edeydin bu olanlar olmazdı. Belki müteessir olacaksın
amma göz önünde olan bir hakikati saklamaya hacet
yok... Bu gidiş iyi bir gidiş değil. Doludizgin bir uçuruma gidiyoruz...
Baktım kimseden imdat yok... Ben, bari kendimi kurtarayım,
dedim. Onun için neye bu kız bir kere sormadan böyle
iş tutmuş? diye kızarsan haksızlık olur...

Ali Rıza Bey, bir sandığın kenarına oturmuş, artık bir tek siyah
saç kalmamacasına ağarmış başını elleri içine almıştı:

- Hakkın var Fikret, dedi, bunlara hep ben sebep oldum
çocuğum...

Baba-kız, bir zaman düşünceler içinde karşı karşıya oturdular.
Sonra Ali Rıza Bey, sualler sormaya başladı:

- Evleneceğin adam bari iyi bir adam mı Fikret?

- Tahsin Bey isminde ellilik bir adam...

- Senin için fazla yaşlı değil mi?

- Benim gibi bir insana çok bile...

- Ne ile meşgul?

- Adapazarı'nda bağı, bahçesi varmış, hali, vakti yerinde bir
adammış...

- Seni oraya mı götürecek?

- Asıl bunun için istiyorum ya...

- Şimdiye kadar evlenmemiş mi?

- Karısı geçen sene ölmüş... Üç çocuğu varmış...

- Nasıl bir adam acaba?

- Fena değil diyorlar. Ben, kendi hesabıma resmini bile görmek
istemedim.

- Ya beğenmezsen? -

- Beni bu cehennemden kurtaracak adam kim olursa olsun
kabul etmeye razıyım.

- Seni vasıta ile mi istedi?

Fikret kesik bir sinir kahkahasıyle:

- Tabii uzaktan methimizi işiterek: Aman şu bulunmaz Hint
kumaşını bana isteyin! diye görücü göndermedi. Bu adam
komşumuz Neyyir Hanım'ın akrabası oluyormuş... Geçenlerde
İstanbul'a gelmiş... Karımın ölümünden sonra ev altüst oldu...
Çocuklarıma analık etmeye razı iyi bir kızcağız bulursam evleneceğim...
demiş. Hiç tereddüt etmeden: Beni alsın! dedim
mektup yazdılar; dün cevap gelmiş... İki haftaya kadar Adapazarı'na
gideceğim. .

Fikret, titiz, acı bir tavırla bu izahatı verirken Ali Rıza Bey,
küçük yaşlarından beri kurduğu hülyaları düşünüyordu. Kendini
zaptedemeyerek:

- Vah zavallı çocuğum, dedi...

Genç kız haşin bir tavırla başını kaldırdı, gözlerinden vahşi
bir kinle:

- Baba, sen merhametini öteki çocuklarına saklasan daha
iyi edersin, bakalım akıbetleri ne olacak? dedi.

Fikret söylediği gibi iki hafta sonra Adapazarı'na gitti. Hayriye
Hanım, odaları son bir defa altüst ederek kızına üç beş parça
eşya bulmak istedi. Fakat genç kız, bunları hakaretle reddetti.
Kezalik ailesinden kimsenin Adapazarı'na kadar kendisine refakat
etmesine razı olmadı...

- Ben, bu evden bir hizmetçi gibi çıkıyorum... Teşrifata lüzum
yok, dedi.

Evden çıkarken kardeşlerine veda etmedi; ağlayarak boynuna
sarılmak isteyen annesini sinirli bir hareketle göğsünden itti...

Yalnız, tren yürümeye başladığı zaman babasının gözlerindeki
dilsiz ve ümitsiz elemden biraz rikkate gelir gibi oldu. Vagonun
penceresinden eğilerek:

- Üzülme baba, dedi, pek darda kalırsan bana gelirsin; sana
kendi evladım gibi bakarım.

Ağacın yapraklarından biri böylece kopup gitmiş oluyordu.

- XXİ -

ALİ Kıza Bey'in tek ümidi kalmıştı:

Vakit geçirmeden Leyla ile Necla'ya hayırlı birer kısmet bulup
başından atmak.

Kızlara koca bulmak bahanesi ortadan kalkınca belki rezaletlere
de bir nihayet verilirdi. Gerçi asıl fesadın gelini Ferhunde'nin
başı altından çıktığını biliyordu; fakat, o, yardakçılarını
kaybedip yalnız kalınca iş bir dereceye kadar daha kolaylaşırdı.

İhtiyar adam, Şevket'e söyleyeceği sözleri şimdiden hazırlamıştı:

- Oğulcuğum... Ben, seni yine eskisi gibi seviyorum... Fakat
artık çürüklüğe atılmış bir ihtiyardan başka bir şey de olmasam,
bu ailenin reisi sayılırım. Vazifelerim daha bitmedi..Bu
hal, böyle devam edemez. Sen, her şeye rağmen iyi ve gayretli
bir erkeksin; biraz gayret edersen umarım ki karına meram anlatabilirsin.
Eğer ona karşı fena zaafın varsa, yahut herhangi
bir sebepten bunu yapamayacak halde isen, evlerimizi ayırırız.
Senden artık bir şey istemem. Birkaç kuruş tekaüt aylığımla nasıl
olsa anneni ve Ayşe'yi geçindiririm.

Ali Rıza Bey, bunu söyledikten sonra, davetlere, eğlencelere
paydos diyecek, kapısını tekrar kapayacaktı. Karısı karşı durmaya
kalkarsa onu feda etmeyi kafasına koymuştu. Hayriye Hanım,
kendisine itaat etmek istemediği taktirde çocuklarından
herhangi biriyle yaşamaya gidebilirdi.

Felaket, Ali Rıza Bey'e kaybettirdiği bunca şeye karşı çok kıymetli
bir hassa kazandırmıştı; pekyüzlülük, acarlık.

O, artık, kılı kırk yaran, günlerce düşünüp üzülmeden en
ehemmiyetsiz bir işe teşebbüs etmeyen eski mahçup, korkak Babıali
efendisi değildi.

Sokakta birkaç kuruş için esnafla boğaz boğaz gelmeye nasıl
yavaş yavaş alıştı ise, evinde çoluğu çocuğu ile dalaşmaya da
öyle alışmıştı...

Eskiden pek canına yetmeyince, kendini bir işte son derece
haklı görmeyince bağırıp çağırmazdı. Şimdi, bazen hiç sebep
yokken de olmayacak bir şeyi parmağına doladığı, bir çocuk inadıyle
önüne geleni haşladığı oluyordu.

Bunda, günden güne bozulan sıhhatinin de belki büyük bir
payı vardı.

Evet, vakalar Ali Rıza Bey'i bambaşka bir adam yapmıştı.
Günü gelince hakkını ve kanaatini müdafaada eskisi kadar aciz
kalmayacağını gayet iyi anlıyordu. İş ki Allah o günleri göstersin...

Yalnız eve girip çıkan, mütemadiyen kızlarının etrafında dolaşan
erkekler arasında o iki Helal süt emmiş damadı bulmak
hiç de kolay bir şeye benzemiyordu.

Ali Rıza Bey, şimdi artık çağrılmadığı, istenmediği zamanlarda
da misafirlerin arasına giriyor, güpegündüz elinde fenerle sokakta
adam arayan Diyojen gibi ahlakına güvenilebilecek o iki
halaskarı arıyordu.

Gelip gidenler arasında sözü sohbeti yerinde görünen birkaç
erkeği haftalarca göz hapsine aldı. Onlarla konuşma bahaneleri
icadetti. Hayatları hakkında gizli tahkikat yaptı. Fakat neticede
hiç birini bir türlü gözü tutmadı.

Bu insanlardaki içyüzün dışyüze ne kadar az benzediğini anlamak
için fazla yorulmaya da lüzum yoktu. Parmağının ucuyla
biraz dokundun mu, üstlerindeki yaldız parça parça
dökülüyor, altında dolu pislik ve ahlaksızlığın cılk yaraları bütün
iğrençliğiyle görülüyordu. Doğrusunu söylemek lazım gelirse
kızları da onlardan başka türlü müydü? Kızları evde
günlerce analarının yırtık hırkası, kendisinin mutfak paçavrası
olmaktan başka bir şeye hayrı kalmamış eski palto ve hırkalarıyle
geziyorlar, kirden rengi değişmiş elbiselerinin sökülen yırtılan
yerlerini dikmeye üşenerek iğnelerle tutturuyorlar; bez
parçalarıyle top top boğuyorlardı. Fakat davet geceleri allı pullu
ipek tuvaletleriyle kozalarından çıkmış kelebeklere dönüyorlar;
bambaşka insanlar oluyorlardı.

Nasıl ki yine o gecelerde bülbül gibi öten, etrafa iltifat ve nezaket
saçan ağızların birkaç saat evvel hamal gibi kavga ve küfür
eden ağızlar olduğuna inanmak için de kırk şahit lazımdı.

Ali Rıza Bey, bu sürü sürü, çeşit çeşit insanlar içinde aradığı
kimseyi bulmaktan ümit kesince onların herhangi birine de razı
oldu.

- Kızlar bu gidişle ya bu çapkınlardan birinin tuzağına düşecekler,
yahut adları çıkacak, diyordu, o vakit onları evlendirmek
büsbütün imkansız bir şey olacak. Madem ki kendi
çocuklarımın pek şikar matahlar olmadığını teslim ediyorum,
şu halde ince eleyip sık dokumaya hakkım yok. Onlarda büyük
meziyetler aramaktan vazgeçmeli, bir ev geçindirecek kadar para
kazanan her hangi biriyle karşılaşınca tereddüt etmemeli...

Ali Rıza Bey, bir gece Leyla ile evlenmek fikrinde olduğu söylenen
bir komisyoncu ile konuştu. Tahsin Bey ismindeki bu adam
kırk yaşlarında vardı. Evvelce iki defa evlenmiş, ikisinde de mesut
olamamıştı. Halbuki kendisi ne kadar iyi bir adamdı. Karılarını
memnun etmek için ne fedakarlıklar yapmıştı. Fakat bu
nankör kadınlar ona etmediğini bırakmamışlar, üstelik namusunu
berbat ettikten sonra kaçmışlardı.

Tahsin Bey, komisyon işlerinde pek çok para kazanıyordu.
Hele bazı öyle teşebbüsleri vardı ki onu memleketin sayılı zenginleri
arasına sokacaktı.

Ali Rıza Bey, bu sözlere inanıyor değildi. Bu iyilik, fedakarlık
ve zenginlik hikayelerinin içyüzünde kimbilir neler vardı. Fakat
işittiklerinin hiç olmazsa yüzde sekiz, onunun doğru
olmaması için de sebep yoktu.

Bu Tahsin Bey, pek öyle rezil, dolandırıcı bir şey değilse ve
karısını besleyecek kadar para kazanabiliyorsa pekala bir damat
olabilirdi. Onun için ihtiyar adam, misafirini sonuna kadar
dinlemiş, bütün söylediklerine inanıyor gibi görünmüştü.
Yalnız, ertesi sabah Hayriye Hanım, sofrayı süpürürken yere
düşmüş bir kağıt parçası bulmuştu. Bu Tahsin Bey'e yazılmış
bir terzi mektubu idi ki bir sene evvel yaptırdığı iki kat elbisenin
parasını bu ay da vermezse dolandırıcılık davası açacağını
söylüyordu.

Bu neviden bir kısmet de Necla'ya çıkarak Ali Rıza Bey'i sekiz,
on gün kadar meşgul etti.

Bu, yirmi sekiz yaşlarında ağırbaşlı, asil çehreli bir çocuktu.
Postahanede katipti. Aylığı pek azdı. Fakat Avrupa'da ölmüş
bir amcasından miras yediğini söylüyor ve çok para sarfediyordu.

İş ciddileşince Şevket, tahkikat yaptı ve bu gencin elindeki paranın
Avrupa'da ölmüş amcadan değil, Hisar'da oturan altmış
yaşlarındaki zengin metresinden geldiğini çabucak meydana
çıkardı.

- XXİİ -

LEYLA ile Necla'yı ne bahasına olursa olsun evlendirmek
Ali Rıza Bey için bir sabit fikir olmuştu.

Eskiden kızlarının yabancı erkeklerin kucağında dansettiğini,
onlarla ağız ağıza konuşup gülüştüğünü, tenha yerlerde kol
kola gezdiğini gördükçe hırsından kendi kendini yerdi.

Şimdi, bu acıyı ve utancı eskisi kadar duymuyor, kızlarının
bu sayede belki iyi birer koca avlayacağını ümidederek, bütün
yolsuzluklara göz yumuyordu.

Necla ile Leyla'nın etrafında zaman zaman yeni çehreler peyda
oluyordu. Bunların bazıları terbiyeli, kibar kıyafetli insanlardı.

Ali Rıza Bey, her defasında büyük ümitlere kapılıyor, onların
güzel gecelerde kızlarını kollarına takıp götürmelerine, geç
vakit Üsküdar'dan otomobille eve getirmelerine tahammül
ediyordu.

Fakat, bu insanlar, şüpheli gölgeler gibi bir zaman çocukların
etrafında dolaştıktan sonra çekiliyorlar, ummanın ortasında
kazaya uğramış bir biçareye uzaktan görünen ve onu hoş bir
ümitle haykırtıp ağlattıktan sonra ufukta silinen dumanlar gibi
görünmez oluyorlardı...

Ali Rıza Beye, ilk zamanlarda bir idare meclisi odasına giren
büyük bir memur ağırlığıyle sosyeteye girdiği vakit, ortalık, birden
bire duruldu. O varken kadınlar fazla hoppalık edemezlerdi.
Fakat şimdi herkesle yüzgöz olmuştu. Kimse, artık ondan
çekinmeye lüzum görmüyordu. Evvelce ona Beyefendi
Hazretleri diye hitabedenler şimdi yanında açık saçık hikayeler
söylemekten çekinmiyorlardı. Bazı fazla yüzsüz kadınların
Beyefendi, ille sizinle dansedelim diye üstüne hücum ettikleri,
ihtiyar adamı üzüp tartakladıkları bile oluyordu.

Ali Rıza Bey, günden güne çöken vücudu, bozulan kıyafetiyle
sinsi sinsi dolaşarak damat ararken neler görüyordu?

Görünüşte delicesine eğleniliyor, bir gürültü, bir kıyamet gidiyordu.

Bir yanda evin sakat döşemelerini çökertircesine dansedilirken,
öbür tarafta salon oyunları oynanıyor, saçlı sakallı adamlar
sandalyelere tüneyerek horoz gibi kanat çırpıp ötüyorlar,
yahut yerlerde dört ayak üstü yürüyerek çifte atıyorlar, el şakırtıları,
kahkahalar arasında eşek taklidi yapıyorlar, avaz avaz
anırıyorlardı. Fakat Ali Rıza Bey, bu alabildiğine eğlenmek ve
delilik etmekten başka bir şey istemiyor gibi görünen insanlar
arasında türlü türlü entrikalar ve facialar yakalamakta gecikmezdi.
Gizli gizli, yahut yüzsüz bir açıklıkla sevişenler, birbirini
aldatanlar, kıskananlar, baştan çıkarmaya çalışanlar... Bir
gece bir kadının birdenbire bayıldığı görülüyor, bir başka gece
iki sarhoş biraz hava almak bahanesiyle bahçeye çıkarak birbirlerinin
başını yarıyorlardı.

Ali Rıza Bey, bazen karısının kirli tabak, bardak yığınları arasında
gece yarılarına kadar çalıştığı mutfaktan kaçıyor, yukarı
sofaya çıkıyordu.

En küçük kızı Ayşe, yorgunluktan bitap düştüğü zaman orada
içi deşilmiş bir ot minderin üstüne kıvrılıp yatardı.

Ali Rıza Bey, ayaklarının burnuna basarak çocuğun başı ucuna
gelir çömelir, onun uyuyup büzülünce büsbütün küçülen cılız
vücuduna, incecik boynuna, renksiz yüzüne uzun uzun bakar:
Ah, hiç olmazsa şunu kurtarabilsem! diye düşünürdü.

Bir gece, onu seyrederken kendini tutamayarak ağlamış, gözlerinden
damlayan yaşlarla çocuğu uyandırmıştı.

- XXİİİ -

YİNE bir gece Hayriye Hanım, elinde bir kahve tepsisi ile
Ali Rıza Bey'in odasına geldi:

- Şevket İstanbul'dan taze kahve getirmiş de...

Fincanı Ali Rıza Bey'in yanına bıraktıktan sonra odayı teftişe
başladı:

- Yatak çarşafın kirden muşambaya dönmüş Ali Rıza Bey.
Yarın sabah tentürdiyot alayım da arkana sürelim... Bir yorganla
üşümüyor musun? Büyük hırkamı vereyim de üstüne at...

Hayriye Hanım'ın yüzü bu gece melekler gibi tatlı idi. Kocasına
eliyle taze kahve pişirmek, yatak çarşafının kirden muşamba
kesildiğini farketmek, sonra öksürdüğünü merak ederek
sırtını tentürdiyotlamak, kışlık hırkayı yorgana ilave etmek teklifi.
Bunlar, ne fevkalade lütuflar ve iltifatlardı. Fakat nankör
Ali Rıza Bey, artık hatırlanamayacak kadar eski bir zamana ait
olan bu ikramlara teşekkür edeceği yerde bilakis çehresini ekşitiyor,
kendisini okşayan elden şüphelenmiş bir hayvan gözüyle
yan yan, ters ters karısına bakıyordu:

Kadın, odasının teftişini bitirdikten ve kocasının istirahat ve
saadeti için lazım gelen tedbirleri kararlaştırdıktan sonra yanına
oturdu:

- Ali Rıza Bey, seninle biraz dertleşmek istiyorum. Halimiz
ne olacak? Önümüz kış... Evde bir dirhem odun, kömür yok...
Çocukların giyeceği kalmadı... Daha şimdiden titremeye başladılar...
Ne yapacağız?

Sözün nereye varacağını daha karısının elinde kahve fincanıyle
görür görmez anlamış olan Ali Rıza Bey, cevap vermiyor, dalgın
dalgın düşünüyordu. Hayriye Hanım, biraz bekledikten sonra
tekrar sordu:

- Bir şey söylemedin. Ali Rıza Bey?

İhtiyar adam, ağır ağır omuzlarını kaldırdı, ellerini açtı:

- Söyleyecek bir şey yok ki...

Kadın hafifçe hırçınlaştı:

- Nasıl söyleyecek bir şey yok?... Evin erkeği sen değil misin?

Ali Rıza Bey, artık hiç dudaklarından düşmeyen o zehirli gülümsemesiyle:

- Sıkı zamanlarda tabii ben, dedi, fakat elde sarfedilecek üç,
beş kuruş olduğu zaman benden başka herkes. Başınız darda
kalmayınca beni adam yerine koyduğunuz var mı ki?

Kadının bu sözlere kızması, ağır, acı bir şey söylemek icabederse
Ali Rıza Bey'in istediği de bundan başka bir şey değildi.
Çünkü Hayriye Hanım, kızarsa yalnız bağırmakla iktifa edecek,
zihninde tasarladığı kim bilir hangi imkansız şeyi isteyemeden
kendisinden ayrılacaktı. Fakat o, nedense kızmadı. Yalnız hafif
bir sitemde bulundu:

- Ali Rıza Bey, sen eskiden böyle değildin, dedi.

İhtiyar adam, onu tasdik etti:

- Doğru, hakkın var. Eskiden başka türlü bir adamdım. Şimdi
ahlakım bozuldu. Aldığımı, karılara, kumara filan sarfediyorum.

Hayriye Hanım, birkaç kere yutkundu, dudaklarını ısırdı. Fakat
bu gece kavga çıkarmak kat'iyen işine gelmiyor olmalı idi
ki yine kendini tuttu. Aynı tatlı sesle:

- Ali Rıza Bey, biraz insaflı ol, dedi, derdimi sana söylemeyeyim
de kime söyleyeyim? Ötekiler, ne de olsa bir alay çoluk
çocuk. Bu ev, ikimizden sorulur. Seninle başbaşa verip konuşalım.

ihtiyar adam, ne yapsa bu sezinlediği tehlikeden sakınmak kabil
olmadığını anladı, evvelden her şeye razı olmuş bir tavırla:

- Pekala öyle olsun Hanım, dedi, söyle bakalım, ne istiyorsun?

Hayriye Hanım'ın istediği pek öyle olmayacak bir şey değildi.
Son aylarda Şevket'in işi pek iyi gitmemişti. Çocuk, biraz
borca girmişti. Şimdi öteden, beriden sıkıştırıldıkça fena halde
kahrediyordu. Koca evi senelerden beri boynuna almış olan bu
fedakar çocuğa bu sıkı gününde biraz yardım etmelilerdi.

Ali Rıza Bey, neticeyi biran evvel öğrenmek merakıyle acele
acele:

- Buna da peki Hanım, dedi, fakat sen, bana asıl önemli
olan şeyi söylemiyorsun. Bu lazım olan parayı nereden bulacağız?

Hayriye Hanım, korkak ve mahçup bir tavırla başını önüne
eğdi:

- Pek canını sıkacak amma, ben şöyle bir çare düşündüm:
Sandıktan biraz borç para alalım. Şevket, bunu nihayet altı ay
içinde ödeyeceğini söylüyor.

- Demek bu işi Şevket'le konuşup kararlaştırdın?

Kadın, şaşırır gibi oldu:

- Yok, hayır, dedi, yalnız oğlumuzun çok sıkılıp üzüldüğünü
görüyorum da. Ah, sen, ana yüreğinin ne olduğunu bilmezsin
Ali Rıza Bey.

İhtiyar adam, sinirli bir tavırla onun sözünü kesti:

- Pekala, pekala... Anlaşıldı. Fakat benim bildiğime göre
Emniyet Sandığı rehinsiz para vermez.

- Evi rehin ederiz Ali Rıza Bey.

- !!!???

- Şevket, evvel Allah bu borcu altı ay, nihayet bir sene içinde
temizler.

- !!!???

- Oğluna emniyetin yok mu? Şevket'in ne doğru bir çocuk
olduğunu bilmiyor musun?

- !!!???

- Cevap versene. Niçin öyle dik dik yüzüme bakıyorsun?

Ali Rıza Bey, dözlerini kısıp gülümseyerek:

- Dünya değişti. Dünya ile çocuklarımızın da değişmesini bir
dereceye kadar anlıyorum. Fakat sana ne olduğunu, senin neye
bu kadar değiştiğini bir türlü anlayamıyorum.

Hayriye Hanım, gülmeye çalıştı:

- Tuhaf şeyler söylüyorsun Ali Rıza Bey. Neye değişecekmişim?
Ben eskiden neysem gene oyum.

Ali Rıza Bey sert ve hareketli bir el işaretiyle karısının sözünü
kesti:

- Haşa!... Nerede benim eski ağırbaşlı melek karım, nerede
sen?... Sen onun attığı tırnak bile olamazsın. Düşündüğümü saklamakta
ne fayda var? Sen iğrenç bir insan oldun Hayriye; iğrenç
bir insan. Elimizde bir bu kırık dökük ev var. O da
elimizden giderse ne yaparız? Ölmek için komşulara mı gideceğiz?
Bunu bana teklif etmeye dilin nasıl vardı?

Hayriye Hanım, hiddetle yerinden fırladı:

- Anlıyorum Ali Rıza Bey, dedi, eskiden babası oğluna bir
bağ vermiş, oğlu babasından bir salkım üzüm esirgemiş diye
bir söz vardı. Şimdi dünya tersine döndü. Oğlu, babasını salkımsaçak
bir yığın çoluk çocuğuyla sırtına yükleniyor, babası
kırık bir evi oğlu için rehine vermekten kaçınıyor. Hayırlı baba
diye işte buna derler. Hem benim gibi canından bezmiş bir kadına
hakaret etmeye ne lüzum var. Ev senin değil mi, açıkça
olmaz dersin, olur, biter.

Hayriye Hanım, ağlaya ağlaya odadan çıkıyordu. Ali Rıza
Bey, arkasından seslendi:

- Gel, yanlış anlama; ben sadece senin insafına, akl-ı selimine
müracaat ettim. Ev de elden giderse halimiz ne olur? dedim.
Peki, istediğinize razı oluyorum. Biliyorum ki bir şeyi pençenize
taktınız mı bırakmayacaksınız. Onu er geç nasıl olsa koparıp
alacaksınız. Böyle olduktan sonra neye kendimi de, sizi de beyhude
yere yorayım?...

Ali Rıza Bey, bütün ev halkının ertesi günden itibaren kendisini
ateşten bir çember içine alacaklarını tecrübeleriyle biliyor,
teslim! diye bağırmaya mecbur oluncaya kadar dönecek entrikaları,
yapılacak hücumları ve işkenceleri olduğu gibi görüyor
ve şimdiden yoruluyordu.

Bir sele kapılmış gidiyorlardı. Mukavemet neye yarardı? Bugün
reddettiği şeyin yarın karakış geldiği, çocuklar çıplaklıktan,
açlıktan, ateşsizlikten feryada başladıkları zaman nasıl olsa kabul
edecek değil miydi?

Rehin muamelesi birkaç gün içinde bitti.

Emniyet Sandığı'ndan dört yüz lira kadar para alındı. Fakat
bu para; eve, Ali Rıza Bey'in umduğu gibi, hiç olmazsa iki, üç
aylık bir mukavemet refahı da getirmedi.

Şevket'in en zaruri borçları ödendikten sonra geriye kalan para
çocuklar arasında yağmaya uğradı. Birçok gürültü, çekişmelerden
sonra çarşıya giderek allı pullu yığın yığın ipekliler, yalancı
mücevherler, kutu kutu, yüz, göz, yanak, dudak, tırnak, saç,
diş boyaları, ajurlu çoraplar, ilk yağmurlarda çarpılıp dağılacak
oyuncak gibi potinler alındı. Misafir salonu için birkaç yağlıboya,
yastık, mermer heykelcikler, bebekler, sekiz, on tane yeni
Çarliston ve Tango plağı geldi.

Dostlara biri Çamlıca, biri evde iki ziyafet verildi: Ali Rıza
Bey, ancak iki defa Üsküdar çarşısına inerek iki küfe erzak, beş
altı eşek yükü de odun alabildi.

Emniyet Sandığı'ndan para alındığının tam on birinci akşamı
idi. Elde bu paradan bir lira kalmamıştı. Öğleden sonra başlayan
bir sonbahar yağmuru gece yarısına doğru şiddetlenmiş,
evin damı birkaç yerinden akmaya başlamıştı.

Tavanarasına, yukarı sofa ve odalara dizilmiş çamaşır leğenleri,
tencereler, boş konserve kutuları yağmurun altında tıngırdıyor,
bir çocuk sesinin durmadan ağladığı işitiliyordu. Bu ağlayan
çocuk Ayşe idi. Büyükler pençelerinin zoruyle parayı, aralarında
paylaşmışlar, onun ne zamandan beri istediği ipek bir elbise
ile bir çift rugan iskarpin alınmamıştı.

Ali Rıza Bey, kah yağmurun tenekelerdeki cazbandını, kah
Ayşe'nin boğuk şikayetlerini dinliyor, kendi kendine:

- Bu işte yanan biz ikimiz olduk! diyordu. Ben ne dedim de
damın esasen sakat olduğunu hatırlamadım. Bu on gün içinde
eriyen dört yüz liradan ne yapıp yapıp bir tamir paracığı olsun
ayırmalı değil miydi?

- XXİV -

O sene kış çok şiddetli oldu, Yollar, günlerce karla kapalı kaldı.
Bağlarbaşı'ndaki evin etrafına birkaç defa kurt indi.

Sonbaharda evin rehine konulmasındaki asıl maksat güya bu
kışı karşılamaktı.

Fakat alınan para hemen tamamıyle işe yaramaz lüks eşyasına
gitmiş, çocukların sırtlarına birer yün fanila bile alınmamıştı.

Berekete versin, Hayriye Hanım'ın o tutumlu ev kadınlığına...
Kadıncağız, sandık diplerinde, dolap köşelerinde kalmış ne kadar
palto ve hırka eskisi, minder ve karyola altlarını beslemek
için kullanılmış ne kadar çul çaput varsa hepsini ortaya döktü.
Çocukları, onları adeta ganimet eşyası gibi kapıştılar.

Hayriye Hanım, soğuğa hiç yüzü olmayan cılız Ayşe'ye eski
bir kerevet dokumasından hırka dikti; yatağından çıkardığı pamukları,
baklava baklava kapladı.

Necla, güve yediğinden kalbura dönmüş bir çuha masa örtüsünden
kendine pelerin yaptı. Kenarına renkli yünden çiçekler
ördü.

Bu acayip kıyafetlerde ev Pembe Kız piyesini oynamağa
hazırlanmış tuluat kumpanyasına döndü.

Bu zavallı eski evde, o hastalıklı vücutlar gibi dışarıdaki havanın
değişmelerine göre her gün bir başka illet patlak veriyordu.

Yağmur yağdığı, yahut karlar erimeye başladığı zaman damlar
akıyor, rüzgar esince sıvalar dökülüyor, evin dört tarafındaki
deliklerde, pencere kenarlarında, kapı aralıklarında türlü
ıslıklar, düdükler çalınıyordu.

Böyle olmakla beraber çocuklar, sefalete iyice alışmışlardı.
Bu feci yoksulluktan fazla müteessir görünmüyorlar, hatta bazen
evin hali ve kendi kıyafetleriyle pişkin pişkin eğleniyorlardı.
Ali Rıza Bey'in her zaman tekrar ettiği gibi zavallılar hissiz,
haysiyetsiz, çingene gibi mahluklar olmuşlardı.

Kızlar, bir gün yine o acayip kıyafetleriyle el ele vermişler,
yağmurun tenekelerde çıkardığı seslere ayak uydurmaya çalışıyorlardı.

Hayriye Hanım, elinde bir testere ile merdivenden inen Ali
Rıza Bey'in güldüğünü görmüş, acı bir sesle:

- Yaşasın senin gibi baba. İnsan fazilet ve doğruluğu sayesinde
çocuklarını bu derece mesut eder de nasıl gülmez? diye
bağırmıştı. Bu sözler, ihtiyar adama o kadar dokunmuştu ki
ayaklarına inme inmiş gibi merdivenin basamağına çöküvermiş,
elindeki testereyi yere düşürmüştü.

Bu testere, bu fasılasız ve amansız karakışta Ali Rıza Bey'in
en büyük yardımcısı olmuştu. Pek soğuk günlerde sarıp sarmalanarak
dışarıya çıkar, bahçedeki ağaçları keserek odun yapardı.
Ne yapsın? İnsanın malına hükmü geçerdi. Varsın yaz geldiği
zaman o, bahçesinde gölge verecek ağaç bulamasın. Gerçi senelerce
uğraşarak eliyle yetiştirdiği bu ağaçlar da onun gözünde
bir nevi evlat demekti amma ne kadar olsa ötekilere benzemezdi.

Kış devam ettiği müddetçe evden hasta eksik olmadı. Çocukların
biri yatıp diğeri kalkıyordu. Bir defa o da, Ali Rıza Bey
de, enflüenzaya tutularak bir hafta yattı. Bu müddet zarfında
hemen hemen yanına uğrayan olmadı. Yalnız karısı arasıra çorba
getiriyordu.

Maşallah bugün iyisin. Amma, kendini üşütme. Bir şey değil,
geçer. Ben de yatacak kadar hastayım amma bırakmıyorlar
diyordu.

Hayriye Hanım, belki kocasıyle fazla meşgul olmadığını mazur
göstermek için böyle söylüyordu. Fakat belki de hakikaten
öyle idi.

Çocuklarının bu ihmali Ali Rıza Bey'e çok dokundu. Onun
fikrince, insan, çoluk çocuğu ancak böyle günlerde etrafında bir
ses işitmek, candan bir insan yüzü görmek için isterdi. Demek
hastalığı daha ağır da olsa yine kimse onu arayıp sormayacak,
evde bu kadar insan olduğu halde -gurbette, han köşesinde hastalanmış
gibi- kendi kendine ölecekti.

Yalnız, bir gece geç vakit oğlu Şevket, yanına girdi; yorgun
ve mahçup bir tavırla yatağının kenarına oturdu. Elini yavaş yavaş
babasının yüzünde gezdirerek hararetine baktı. Derin bir nefes
alarak sadece:

- Baba, seni yoklayamadım, dedi.

Genç adam, ne fazla teessür gösterdi, ne de bir mazaret uydurdu.
Kabahatini örtmek için ne söylese yüzsüz bir yalancıya
benzemesinden korkuyor, sert bir çehre ile önüne bakıyordu.

Baba, oğul beş on dakika bir zaman öteden beriden konuştular.
Şevket arasıra dolu dolu öksürüyor, başında şiddetli bir ağrı
varmış gibi parmakları ile şakaklarını oğuşturuyordu.

Ali Rıza Bey:

- Sen hasta mısın oğlum? diye sordu.

Şevket hafif bir tereddütten sonra:

- Hayır baba... dedi.

Ali Rıza Bey inanmadığını gösteren gülümseme ile başını
salladı:

- Öyle ama demin elini alnıma koyduğun zaman avuçları-
nın içi benden fazla yanıyordu.

- Sana öyle gelmiş olacak baba...

- Olabilir çocuğum...

- Yalnız fazla yoruldum da... Müsaade edersen yatmaya gideyim
baba...

- Peki çocuğum... Haydi rahat et...

Baba oğul zihinlerinden geçen şeyleri birbirine anlatmaktan
korkuyorlarmış gibi gözgöze gelmekten çekinerek ayrıldılar.

Ali Rıza Bey yatağının yanındaki mumu üfledi, karanlığa bakarak
düşünmeye başladı:

Oğlumun hasta olduğu muhakkak... Fakat ben, bunu anlamamış
gibi göründüm. Aksi taktirde ona üç, beş gün sıcak bir
odada sıcak bir yatakta yatmasını tavsiye etmem lazım gelirdi.
Halbuki zavallı çocuk, birkaç gün değil, bir gün bile evinde dinlenecek
halde değil. Yarın sabah erkenden sokağa çıkmasa, akşama
kadar hasta hasta öteye beriye koşmasa, yarın gece evin
bir birbirine gireceğini biliyordu. O zavallı, benden daha acınacak
halde. Beni hiç olmazsa köşemde rahat bırakıyorlar, hasta
halimde ekmek diye saldırmıyorlar. Yine halime şükretmeliyim.

Ne karakış, ne açlık, ne hastalık evin davet programını kıl kadar
değiştirmemişti.

Şiddetli kar fırtınalannda vapurlar, şimendiferler duruyor, Ali
Rıza Bey'in evindeki toplantılar durmuyordu.

Davet gecesi geldi mi evin ne kadar toplanmış odunu, yiyeceği
varsa ortaya dökülüyor; sırtlarındaki eski hırkalar, delik delik
abalar, masa örtüsünden pelerinler atılıyor; ayna karşısında
dekolte ipekliler giyiliyor, soğuktan çatlamış eller vazelinli ılık
suda yumuşatılıyor, nezleden kızarmış gözler, şişmiş burunlar
kremlerle tamir ediliyor; mütemadiyen sucuk, pastırma yemekten
kokan ağızları temizlemek için senbenler çiğneniyor, kolonyalı
sularla gargaralar yapılıyordu.

Ne kadar zamandan beri beklenen iflas günü nihayet geldi çattı.
Her gün kapıda alacaklılar bağırıyor, sulh mahkemesinden
celp kağıtları geliyordu.

Şevket, alacaklılarla karşılaşmamak için sabah karanlığında
kendini sokağa atar, gece yarısına doğru eve girerdi. Ailede artık
fırka kavgaları bitmiş, herkes kendi canının kaygusuna düşmüştü.
Yüzsüzlük o dereceyi bulmuştu ki bazen bağıra bağıra
ötesinin, berisinin çalındığından şikayet edenler bile işitiliyordu.

Bilhassa Ferhunde, kıyameti pek azıtmıştı. Biraz canı sıkılınca
önüne gelene çatıyor, karşılık veren olursa büsbütün kuduruyor,
kendini yerden yere çarparak Nereden düştüm bu
dilencilerin içine? Hem kocamın ekmeğini yiyorlar, hem bana
kafa tutuyorlar. Siz başımızda olmasanız biz, iki kişi gül gibi
geçiniriz! diye haykırıyordu.

Bu zamanlarda Ali Rıza Bey, kulaklarını tıkayarak sokağa kaçar,
Hayriye Hanım, ağlaya ağlaya ondan ona koşarak ara bulmaya çalışırdı.

Bu kavgaların her birinde ev yıkılıp dağılacak gibi oluyor, kah
Ferhunde, eşyalarını topluyor; kah Leyla hiç gidecek yer bulamazsam
hizmetçiliğe giderim, yahut lokanta garson olurum
diye sokağa fırlamaya kalkıyordu.

Fakat belki Hayriye Hanım'ın çırpınması, Ayşe'nin ağlayıp
yalvarması neticesi olarak, belki de yapılan edepsizlik ve şirretlik
sinirleri rahatlandırmaya kafi geldiği için her defasında kavgalar
yatışıyor, ağlamalar, öpüşmeler içinde barış görüş olunuyordu.

Eski rahat günlerde daima biraz hasta olan Hayriye Hanım'a
inanılmaz bir mukavemet gelmişti. Evin bütün iş ve üzüntüsü
onun üstüne yıkılıp kaldığı, zayıf vücudu her dakika çökecek
gibi göründüğü halde inanılmaz bir tahammüle her felakete karşı
koyuyordu.

O, şimdi her gün elinde bir bohça ile Üsküdar çarşısına taşınmaya
başlamıştı. Anlaşılan ev eşyasından bir kısmını satıyor, ya
bir mendil yiyecek ya alacaklılardan en fazla bağıranın ağzına
atılacak birkaç kuruşla geri dönüyordu.

Ali Rıza Bey, arasıra Fikret'ten üç beş satırlık mektuplar alıyordu.
Bunlar, kızının pek mesut değilse bile hiç olmazsa sağ
olduğunu anlatıyor ve ihtiyar adamı bir dereceye kadar teselli
ediyordu.

Fakat, üç, dört ay evvel Fikret, bu mektuplardan birinde bir
münasebetsizlik yapmıştı:

Buraya evimiz hakkında maalesef çok fena haberler geliyor,
diyordu, kocamın yanında elimi yüzüme kapamaya mecbur oluyorum.
Bu yolsuzluklara artık bir nihayet vermek zamanı gelmedi mi?

Fikret, haksız değildi. Fazla olarak bu mektubu kocasının zoru
ile yazmış olması da mümkündü. Böyle olduğu halde bu tekdir
Ali Rıza Bey'in pek gücüne gitmiş, kızına yazdığı cevapta: Herkes
kendi yaptığından kendi mesuldür. Aramızda ne rabıta kalmıştır
ki burada olup biten şeylerden sana bir leke gelsin? Arasıra
bir mektupla gönlümüzü alırdın. Onu da çok görüyorsun, sen
bilirsin! demişti.

Ali Rıza Bey, bir hiddet saatinde yazdığı bu mektuba sonradan
pişman oldu; fakat ne çare ki iş işten geçmişti. O gün bugündür
ne Fikret babasını arayıp soruyor, ne Ali Rıza Bey ona
mektup yazmayı nefsine yediriyordu.

Evde para sıkıntısının son dereceyi bulduğu günlerden birinde
Hayriye Hanım, süklüm püklüm kocasının yanına geldi:

- Ali Rıza Bey, borçlular etrafımızı sardı. Şimdilik Şevket'ten
hayır yok. Çocuklar aç. Fikret'e bir mektup yaz. Halimizi
anlat. Evladımız değil mi, bize yardım etsin. İlerde elimiz genişlerse
borcumuzu öderiz. Olmazsa da büyük bir şey kaybetmiş
olmazlar... Her halde damadımız oldukça hali vakti yerinde
bir adam...

Hayriye Hanım, kocasının evvela biraz kafa tutsa bile neticede
peki diyeceğini umuyordu. Fakat Ali Rıza Bey, birdenbire
ateş kesildi; karısını parçalayacak gibi tavırlarla üstüne
yürüyerek bağırmaya başladı:

- Bir daha onların adını ağzına aldığını işitmeyeyim... Seni
boğarım. Çocuklarımın bir taneciği kendini kurtarır gibi oldu;
şimdi de ona mı kancayı taktın? El adamına dilenci gibi el açıp
Fikret'in yüzünü de yere getireceğiz, öyle mi? Bir daha onun
adını ağzına aldığını işitmeyeyim, boğarım seni!

İhtiyar adam, öyle vahşi bir feryat ile haykırıyordu ki Hayriye
Hanım korktu ve bir daha kızından bahsetmedi.

- XXV -

ŞUBAT'IN ilk haftası içinde Şevket, üstüste iki gece eve gelmemişti.
Ferhunde, bir haftadan beri kocasıyle dargındı; Bunu
sırf bana inat olsun diye yaptı. Ben, ona gösteririm. Yarına
kadar gelmezse vallahi başımı alıp giderim! diye şişiniyordu.

Hayriye Hanım, başka fikirde idi. Oğlu, her halde alacaklılardan
kaçmak için arkadaşlarından birine misafir gitmiş olacaktı?
Necla ile Leyla zaman zaman Kardeşimize ne oldu acaba,
sakın bir kazaya uğramasın? diye meraklanmaya kalkıyorlar,
fakat bereket versin çok ehemmiyetli bir işle meşgul bulundukları,
davet edildikleri bir suvareye elbise yetiştirdikleri için, bu
merak pek uzun sürmüyordu.

Ali Rıza Bey'e gelince, dersini ezberleyen ahmak bir mektep
çocuğu gibi oturduğu yerde mütemadiyen sallanıyor, dudaklarını
açıp kapıyor; fakat tek bir kelime söylemiyordu. Yalnız, bahçede
bir gürültü olduğu, yahut kapı açıldığı zaman biri geldi,
koşup bakın diye avaz avaz bağırıyordu.

İkinci gecenin sabahı kapıya bir sivil memur geldi. Şevket'in
bir meseleden dolayı tevkifhanede bulunduğunu haber verdi.

Evde bir vaveyladır koptu. Ferhunde bayıldı, kızlar ağlaşıp
haykırmaya başladılar. Şaşkına dönen Hayriye Hanım, sadece:

Hayırdır inşallah, hayırdır inşallah diye söyleniyor, bu saatte
de yine kendi derdini bırakıp bayılanlar, saçını başını yolanlarla
uğraşmaya mecbur oluyordu.

Yalnız, Ali Rıza Bey'in çehresinde büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş
gibi bir hal vardı. İhtiyar adam, sevinçli bir haber almış
gibi hal heyecanla ağlıyor:

Çok şükür çocuğum sağ, Şevket yaşıyor! diye bayram ediyordu.
O, Şevket'in sağ olmasına binde bir ihtimal vermemişti.

İhtiyarlıktan sinirleri büsbütün bozulduğu için midir, nedir,
son zamanlarda ona bir korku musallat olmuştu: Şevket, mutlaka
kendini öldürecek. Oğlum derecesinde namuslu bir insan
bu rezaletlere dayanamaz diyor, onun her sözünden, her halinden
artık ölmek istediğine dair bir mana çıkarıyordu.

Bir gece hızla kapanan bir kapıyı tabanca zannederek odasından
fırlamış, bir başka gece bahçedeki ağaç dallarından birinde
unutulmuş bir çamaşırı asılmış bir adam gibi görerek
bağırmıştı.

Evet, onun fikrince oğlu, çok haysiyet sahibi bir çocuktu. Bir
zaman daha uğraşıp bu bataktan kurtulamayacağını anlayınca
mutlaka intihar ederdi. Birçok defalar bu korkusunu Şevket'e
açmak, ona biraz daha sabır ve kuvvet tavsiye etmek istemişti.

Fakat bunda da başka tehlike vardı. Şevket'te hissettiği fevkaladelik
belki kendi kuruntusu idi, fazla ümitsiz insanlar ağır
hastalara benzerler ve hastaya her zaman daha kuvvetle sarılırlardı.

Ona ölümden bahsetmek; bu bütün dertlerin son ilacını zorla
aklına getirmek olmayacak mıydı?

Ali Rıza Bey, adeta sevinçle giyindi; eline bastonunu alarak
evden çıktı.

İhtiyar adam, tevkifhaneye varıncaya kadar akşam yaklaşmıştı.
Kapıda:

- Şimdi vakit geçti... Yarın sabah gel... diye onu savmak istediler.
Ali Rıza Bey, artık eskisi gibi yalvarmaktan ve hakaret
görmekten korkan bir adam olmadığı için sırnaşmaya başladı.
Biraz daha ısrar ederse belki zorla dışarı atacaklardı. Fakat Allahtan
karşısına bir bildik, vilayetlerden birinde maiyetinde bulunmuş
bir eski tahrirat katibi çıktı. Derhal tanıyarak yanına
geldi, hürmetle elini öptükten sonra ne istediğini sordu.

İhtiyar adam:

- İçerde oğlum var da. Vakit geçti diye yanına bırakmak istemiyorlar.
Mümkünse bana biraz yardım etseniz, dedi.

Eski tahrirat katibi bir adım geri çekildi; hayretle gözlerini
açarak Ali Rıza Bey'i süzdü. Pek yakından tanıdığı bu vakur
ve faziletli insanın kim bilir ne neviden bir suç için hapse atılmış
bir oğuldan bahsetmesini anlayamıyordu.

Bu adam, her halde tevkifhanenin büyücek memurlarından
biri olacaktı. Çünkü onun bir sözü üzerine Ali Rıza Bey'i derhal
Şevket'in yanına gönderdiler. İhtiyar adam, oğlunu ancak
bir kerevetin üstünde horul horul uyuyor buldu. Yeri ve zamanı
olmamakla beraber, gözünde gayrıihtiyari bir eski hatıra
uyandı.

Oğlu vaktiyle sabah uykusunu fazla severdi. Mektep vakti gelince
Ali Rıza Bey, yavaşça onun odasına girer, yere bir kitap
atarak, yahut ellerini birbirlerine çarparak şiddetli bir gürültü
yapardı. Hatta bir kere yatağının başucunda duran bir düdüğü
öttürerek çocuğu boylu boyunca sıçratmıştı.

Şevket'in uykulu gözlerini iri iri açarak:

Baba, ödümü kopardın! diye bağırması onun doyulmaz
bir eğlencesiydi. Aradan bunca seneler ve bunca vakalar geçmişti.
O çocukla bu mevkuf arasında biraz dizlerini bükerek yatmalarından
ve uyurken sağ ellerini şakaklarının altına koyarak
uzun saçlarının bir tutamının üstünden aşırmalarından başka
benzer bir yerleri yoktu. Böyle olduğu halde Ali Rıza Bey, kendini
o sabahlarda buluyor ve daha garibi, içinde hiç bir acı ve
ümitsizlik hissetmiyordu. İhtiyar adam, oğlunun başına
dokundu:

- Şevket, biraz uyan. Ben geldim oğulcuğum, dedi.

Genç adam, hafifçe silkinerek gözlerini açtı, yerinde doğruldu.
O da babası gibi hiç bir tesadüf alameti göstermiyordu.

Elinin tersiyle ağzını kapayıp esneyerek:

- Ben de seni bekliyordum baba, dedi. Akşam yaklaşınca
ümidimi kestim. Uyuyup kalmışım. İki gündür bana bir hal arız
oldu. Durduğum yerde dalıp dalıp gidiyorum.

Şevket, başını arkasındaki duvara dayıyor, karşısında ayakta
duran babasına dalgın dalgın gülümsüyordu. Eliyle yanında
yer göstererek:

- Otursana baba, dedi.

Genç adamın yüzündeki yorgunluk ve gerginlik geçmişti. Yanaklarında
bir ağır hastalığın zehrinden yeni kurtulmuş insanlara
mahsus hafif bir pembelik dalgalanıyordu.

Ali Rıza Bey, bastonuna dayanarak zahmetle oturduktan
sonra:

Şevket, omuzlarını silkti:

- Er geç böyle olacağını sen de her halde tahmin ederdin...
Ne yapalım, alnımızın yazısı...

- Borçların için mi bu hal başına geldi?

Şevket, evvela biraz tereddüt ederek, durduğu yerde biraz toplanır
gibi oldu. Tekrar kendini bıraktı. Babasının ellerini elleri
içine aldı. Gözleri pencerenin üstünden tavana, birkaç tel ışığa
dikildi, sakin sakin söylenmeye başladı:

- Maalesef vaziyetim senin zannettiğinden biraz daha kötü...
Bankaya ait önemlice bir parayı harcadım. Tekrar yerine koymadan
müfettişler geldiler. Hoş bu gidişle onu beş senede de
yerine koyamayacağımı biliyordum ya. İnsan bir kere şaşırmaya
görsün... Hasılı, pis bir vaziyet oldu...

Şevket, vakayı babasına bütün tafsilatıyle anlatmaya karar
vermiş görünüyordu. Fakat, nedense birdenbire asabileşti. Ali
Rıza Bey, onun hala elini tutan parmaklarının gerildiğini hissederek:

- Üzülme Şevket, dedi, insan olanın başına her şey gelir.

Sözü değiştirdiler.

Şevket, anasını, kardeşlerini sordu. Bilhassa Ayşe'den uzun
uzadıya bahsetti. Sonra, senelerden beri zaman zaman babasına
söylemeye karar verip de cesaret edemiyor gibi göründüğü
şeyleri karmakarışık anlatmaya başladı:

- Çocuklarının arasında en çok bana güveniyordun. Halbuki
en büyük tekmeyi benden yedin, zavallı babacığım. İhtiyar
günlerinde sana yardım etmeyi ne kadar isterdim. Yazık ki olmadı.
Bir kere nasılsa ayağım kaydı; bir daha kendimi toparlayamadım.
Evlenmek benim gibi adamın nesineydi? İşin asıl
şaşılacak tarafı hepimizin nasıl bir uçuruma yuvarlandığımızı
pekala gördüğüm halde bir türlü bir şeyler yapamıyordum. Hani
uykuda insana ağırlık basar, her şeyi anladığı, bir hayretle
silkinip kalkmak istediği halde parmağını bile oynatamaz. Tıpkı
öyle oldum... İnanır mısın baba? Hiç bir şeyin farkında değil
gibi göründüğüm halde her pisliği görüyordum. Kendi
kendime ne lanetler ediyordum, bilemezsin...

Ali Rıza Bey, oğlunun elini okşayarak:

- Biliyordum Şevket, dedi, senin ahlakından bir an şüphe
etmedim.

Vakit geç olduğu için Ali Rıza Bey, oğlunun yanında daha
fazla kalamadı, etrafına bakınarak Şevket'in nelere ihtiyacı olduğunu
tayin ettikten sonra ertesi günü gelmek kararıyle dışarı
çıktı. Ortalık kararmıştı. Günün, en bahtiyar insanlarını bile az
çok gamlandıran bir saatiydi. Kendi etinden ve kalbinden bir
parça demek olan bir insanı bir hapishanede bırakıp gitmek kolay
değildi.

Bütün bunların bir araya gelerek ihtiyar adamı çıldırtıcı bir
ye'se düşürmesi lazım gelirdi. Halbuki o, bu dakikada pek fazla
ıstırap çekmiyor, hatta biraz da ferahlık duyuyordu.

Ayrılırken Şevket'in hafifçe esnediğini, yalnız kalınca tekrar
kerevetine uzanıp uyuyacağını görmüştü.

Uzun bir yorgunluktan, yahut sıkıntılı bir imtihandan sonra
uykuya dalan bir çocuğun yatağı başından ayrılmış gibi rikkatle
gülümsüyor, kendi kendine:

- Ne yapalım, diyordu, burada hiç olmazsa doya doya uyuyor,
eski yorgunluklarının acısını çıkarıyor. Evdeki gibi para!
diye boğazına sarılan yok. Ayakta duracak halde değilken:
Haydi düş önümüze... Sosyeteye, dansa gidiyoruz diye zorlayan yok.

- XXVİ -

KISA bir muhakemeden sonra, Şevket'i birbuçuk sene hapse
mahkum ettiler. Böylece, ağaç dallarından birini daha kaybetmiş oldu.

Hayriye Hanım, bazen kocasını pek dalgın gördükçe:

- Üzülme, birbuçuk sene pek uzun bir zaman değil, göz açıp
kapayıncaya kadar gelir, diyordu.

Ali Rıza Bey, ağır ağır başını sallayarak evet diyor, fakat
içinden başka türlü düşünüyordu. Birbuçuk sene hakikaten göz
açıp kapayıncaya kadar gelirdi. Yalnız şu vardı ki, kaybolan haysiyet
ve namus bir daha geriye gelmeyecekti.

Oğlunun hapisten çıktıktan sonra pek kolay belini doğrultamayacağı
muhakkaktı. Bu yüz karasıyle nereye başvurur, kimden
ne isteyebilirdi?

Hasılı Şevket, bundan sonra kolu, yahut bacağı kopmuş bir
insan gibi ömrü oldukça sürünecek bir alildi. İhtiyar adam bunu
böyle bildiği halde pek meyus olmuyor: Ne yapalım, bir
kazadır oldu. Elverir ki çocuğum sağ olsun. Bana bu lazım diye
kendisini teselli ediyordu.

Eski elbiselerinden birini gazla temizleyip ütületmiş, kundurularından
birine pençe vurdurarak bir dolaba saklamıştı.

Bu, onun yalnız Şevket'i görmeye gideceği günlere mahsus yabanlık
kıyafeti idi. Hapishane memurlarının nedense oğlunun
hatırını saydıklarını, ona arkadaşlarından başka türlü muamele
ettiklerini görüyordu. Perişan bir kılıkla hapishaneye giderek onu
küçük düşürmekte mana yoktu.

Şevket hapse girince evdeki altı kişinin geçinmesi Ali Rıza
Bey'in otuz buçuk liradan ibaret olan tekaüt aylığına kalmıştı.
Kızlardan hiç olmazsa birine, nasıl olursa olsun, bir koca bulmak
için yalvarıyordu. Fakat davetlerde, gezmelerde, çocukların
etrafında pervane gibi dönen erkeklerin en kötüsü, evlenme
lakırdısı olduğu gibi ya kendini naza çekiyor ya bir daha görünmemek
üzere savuşuyordu. Ali Rıza Bey'e pek söylemiyorlardı,
amma galiba kızların geçirdikleri hayat neticesinde çok dile
gelmiş olmalarının da bunda tesiri olacaktı. İhtiyar adam, bunu
zaman zaman karısının: Çocuklarımın nesi var? Bu zamanda
hani dansetmeyen, sosyeteye gitmeyen kız?... gibi müphem
şikayetlerde bulunmasından anlıyordu.

Bu esnada Leyla'ya bir kısmet çıktı. Bu, onu mağazasında alışveriş
ederken tanımış kırk beşlik bir manifaturacı idi. Hali, vakti
yerinde ve oldukça iyi bir adam olduğu söyleniyordu.

Ali Rıza Bey, adet yerini bulsun diye bu adamın bir iki dükkan
komşusundan üstünkörü bir tahkikat yaptı ve peki dedi.
Evde herkes, bu işten memnun görünüyordu.

Fakat söz kesildiği gün akşamı Leyla'ya bir fenalık geldi. Genç
kız: Bana yazık oldu. Ben babam yerinde adamı ne yapayım?
Sizin fukaralığınız yüzünden kendimi göz göz göre mezara atıyorum.
Biraz daha bekleyecek halde olsaydım belki istediğim
gibi birini bulurdum. diye ağlayıp çırpınmaya başladı. Necla
da onunla beraber saçını başını yoluyordu.

Bu işin Ali Rıza Beyi çok müşkül bir vaziyetten kurtaracağı
muhakkaktı. Buna rağmen ihtiyar adam, Leyla'ya hak vermekten
kendini alamadı.

Aylardan, belki senelerden beri kızlarına dargındı; bu müddet
esnasında bir kere bile yüzlerine bakmayı içi istememişti. Fakat
bu gece onlar, kucak kucağa ağlaşırken dikkatle bakıyor,
çocuklarını hayret verecek kadar güzel buluyordu. Onlara darılmak
ne budalaca bir haksızlık. İşin nihayetinde bunlar parmak
gibi çocuklardı. Vakaların seli nereye sürüklediyse oraya
doğru akıp gitti, bu biçareyi de mazur görmek lazım geldi.

Ali Rıza Bey, umulmaz bir yumuşaklıkla:

- Peki kızım, ağlamaya sebep yok. Mademki sen istemiyorsun,
biz de istemeyiveririz, olur biter. Bakalım, bir zaman daha
bekleriz, dedi.

Ali Rıza Bey, daha ilk günden beri bütün fenalığın gelinleri
Ferhunde'den geldiğini biliyordu. O olmasaydı evi bu hale gelmez,
çocukları bu kadar bozuşmazlardı. Sonra, Şevket'in hırsızlık
etmesine, hapse girmesine de o, sebep olmuştu. İhtiyar
adam, buna rağmen oğlunun mahkumiyetinden sonra onu eskisinden
daha hoş tutmaya gayret etti. Arasıra karısına:

- Kuzum... sen de Ferhunde'ye bir kat daha iyi muamele
et, diyordu, ne de olsa gelinimizdir; oğlumuzun emaneti sayılır.
Şimdilik bizden başka kimsesi yoktur. Mahzun bir haldedir. Her
şey ona dokunur. Sonra oğlumuz, bu kadını seviyor... O biçarenin
eli, kolu bağlı bulunduğu bir zamanda bizim yüzümüzden
bir mesele çıkmasın.

Bu noktada Hayriye Hanım da tamamıyla kocası gibi düşünüyordu...

Fakat şu var ki, onları karı, koca ne kadar aşağıdan alırlarsa
Ferhunde o kadar kafa tutuyor, hiç yoktan türlü türlü gürültüler
çıkarıyordu.

Genç kadın, Ali Rıza Bey'i eskiden bir dereceye kadar saydığı
halde şimdi, onunla büsbütün yüzgöz olmuştu. Kaynanası gibi
ona da türlü hakaretler ediyor, yahut terbiyesiz terbiyesiz eğleniyordu.

Hayriye Hanım, arasıra sabrını kaybedecek gibi oldukça ihtiyar adam:

- Aman Hayriye... göreyim seni, dişini sık... Maksadını pek
açık anlamıyorum amma bu kadın, bir mesele çıkarmak istiyor...
Ağzını açıp bir şey söylersen bütün kabahat bizim üstümüze yıkılır,
diyordu.

Ferhunde, sık sık sokağa çıkmaya ve akşamları gayet geç gelmeye
başlamıştı. Hatta Boğaz'daki bir akrabayı ziyaret bahanesiyle
birkaç gece de hiç gelmedi.

Nihayet, onun yine Boğaziçi'ndeki akrabada geçirdiği birkaç
geceden sonra bir mektubunu aldılar:

Senelerden beri sabrettim; fakat artık sefalete tahammülüm
kalmadı. Bir daha evinize dönmemek mecburiyetindeyim. Şevket'e
söyleyin, beni mazur görsün. Bir insanlık eder de kolayca
ayağımın bağını çözerse minnettar olur ve başımın çaresine bakarım...
diyordu.

Ferhunde'yle eskiden ne kadar dost ise şimdi o kadar düşman
olan Leyla ile Necla: Zaten o kadından kardeşimize hayır gelmeyecekti.
Biz, neleri biliyorduk amma ses çıkarmıyorduk. İsabet
oldu. Cehenneme kadar yolu var! dediler. Hayriye Hanım
da aynı fikre taraftar göründü.

Ali Rıza Bey'e gelince, onu yine bir düşüncedir almıştı. Ferhunde'nin
kaçması evi bir yükten ve bir beladan kurtarıyordu.
Fakat Şevket, acaba ne dereceye kadar mustarip olacaktı? Oğlunun
bu kadını sevdiği muhakkaktı. Zaten bu felaketlerin asıl
sebebi o uğursuz aşk değil miydi?

İhtiyar adamı düşündüren ikinci şey de bu vakayı Şevket'e
haber vermek meselesi idi. Bu nazik vazifeyi kendisinden başka
kimse yapamazdı. Bir kere o dakika mutlaka çocuğunun yanında
bulunmalıydı. Sonra; kendi baba eli bu ameliyatı elbette daha
başka bir şefkat ve ihtimam ile yapardı. Hatta bu işte acele
etmek, Şevket'in vakayı bir başkasından öğrenmesine meydan
bırakmamak da lazımdı.

Ali Rıza Bey, o hafta oğlunu biraz hasta ve neşesiz buldu. Bu,
onu evvela tereddüde düşürdü. Fakat sonradan karar verdi ki
ne olacaksa bir an evvel olmalıdır. Hele Şevket'in: Bu kadar
ehemmiyetli bir şeyi benden saklamaya hakkınız yoktu. Sıcağı
sıcağına haber verseydiniz belki bir çare düşünürdüm diye darılması
ihtimali de vardı.

İhtiyar adam, biraz öteden, beriden bahsettikten sonra sözü
Ferhunde'ye getirdi: Allah şahittir Şevket, dedi, karına senin
yokluğunu duyurmamak için annen de, ben de elimizden geleni
yapıyoruz. Ona, kardeşlerinden iyi muamele ediyoruz. Fakat bir
türlü memnun olmuyor. Mütemadiyen bizden, evimizden, fukaralığımızdan
şikayet ediyor. Hatta daha ileri de gidiyor: Keşke
serbest olsam da başımın çaresine baksam... diyor.

Ali Rıza Bey, bu son sözlerin ne tesir yapacağını anlamak ister
gibi dikkatle oğlunun yüzüne bakıyordu. Genç adam, sert
ve sinirli bir tavırla:

- O halde ne bekliyor? dedi, kapı açık... Onu zorla tutan
yok. Keşki öyle bir şey yapsa da hem kendini, hem bizi büyük
bir dertten kurtarsa...

Ali Rıza Bey, şaşırdı. Kalbi sevinçle, heyecanla çarpmaya başladı.
Oğlu, acaba sahiden böyle mi düşünüyordu? Yoksa bir yerden
bir şeyler sezinlemişti de ağzını mı arıyordu? Karısının
şikayeti izzetinefsine dokunduğu için böyle bir söz sarfetmesi
de mümkündü.

İhtiyar adam, birdenbire ümitlenmeye cesaret edemeyerek:

- Kuzum Şevket, dedi, benimle açık konuş. Bu sözlerin doğru mu?

Genç adam, hafifçe gülümseyerek başını salladı:

- Maalesef doğru baba, dedi. Bu kadından yakamızı sıyırmak
bizim için en büyük bir bahtiyarlık olurdu.

Ali Rıza Bey, artık bir şey söyleyemezdi; yüzü kireç gibi ağarmış,
nefesi tutulmuş titreyen elleriyle yeleğinin cebinden Ferhunde'nin
mektubunu çıkardı, oğluna uzattı.

Oda karanlıkça olduğundan Şevket, mektubu okumak için
pencereye yaklaşmıştı. İhtiyar adam, büyük bir heyecan içinde
bulunmasına rağmen gözlerini oğlunun çehresinden ayırmıyordu.
Bu, en büyük bir imtihan dakikası idi. Şevket'in bu kadını
ne derece sevdiğini şimdi anlayacaktı.

Genç adam mektubu sakin bir dikkatle okudu... Birkaç yerinde
durur gibi oldu. Sonra, babasına döndü. Yüzü sararmış
olduğu halde gülüyordu.

- Bu işin ergeç böyle biteceğini biliyordum, dedi. Fakat bu
kadar çabuk kurtulacağımızı doğrusu pek ümit edememiştim.
Hepimize geçmiş olsun baba.

Şevket, Ali Rıza Bey'i kolları arasına alarak iki yanağından
öptü. İhtiyar adam, kendisini tutamayarak ağlıyordu:

- Doğru mu Şevket? Bunları bizi teselli etmek için söylemiyorsun
ya? diyordu.

Genç adam, neşe ile gülerek yemin etti:

- Ne diyorsun baba!... Zindanların en büyüğünden kurtuldum.
Beni bu saatte burdan çıkarıp seninle beraber eve gönderselerdi
bu kadar memnun olmazdım.

Fakat babasının hala inanmadığını görerek daha fazla izahat
verdi:

- İlk zamanlarda bu kadını sevmiyor değildim. Yalnız, her
gün bir çirkin tarafını göre göre soğumaya, tiksinmeye başladım.
Hoş zaten o kargaşalık, o buhran içinde sevdiğim bir insan
da olsa gözüm görmeyecekti ya!... Her şey gibi sevmek de
parası, vakti, az çok rahatı olan insanlara mahsus bir imtiyazmış
baba. Hasılı, öyle bir zaman geldi ki bu kadının yanımda
nefes almasına bile tahammül edememeye başladım.

Böyleydi de neye senelerce dayandım? Neye bizi ve kendini
bu hale getirinceye kadar sabrettin? diyeceksin. Bunu başkalarına
anlatmak güç amma, sen, ihtimal, anlarsın.

Vazife diye üstüme aldığım bir şeyi kolayca silkip atabilecek
mayada bir insan değildim... Ümit olsa da, olmasa da sonuna
kadar dayanmaya mecburdum. Ne yapalım, bizi öyle yetiştirdin.
Gemisini kurtaran kaptan diyebilecek bir adam olsaydım
bu olanlar olmazdı. Haydi baba, gönlün rahat olarak eve
dön. Ferhunde'nin başımızdan defolması bizim için umulmaz
bir saadettir... Sakın: Üstümüze aldığımız bir vazifeyi yapmadık...
Bir evin yıkılmasına, bir insanın yuvarlanmasına sebep olduk!
diye kendini üzme. Zaten böyle evlerin ev denecek nesi
var ki? Hasılı, insan olmaya çalışmak sana da bana da zarardan
başka bir şey getirmedi. Bakalım, biraz da hayvanlığı tecrübe
edelim!...

- XXVİİ -

FERHUNDE'NİN kaçması evde yine bir idare inkilabına sebep
oldu. Leyla ile Necla, reislerini kaybedince iktidar mevkiinde
tutunamadılar. Hüküm, hükümet, bir zaman için tekrar
Ali Rıza Bey'in eline geçti.

Şevket'in tevkifi zaten gece eğlencelerini durdurmuş, evin gedikli
misafirlerini dağıtmıştı. Bunlardan bir kısmı lekeli bir mahkum
ailesiyle görüşmeyi şerefsizlik addediyorlar; bir kısmı böyle
düşünmemekle beraber sadece evin içindeki neşesizlikten rahatsız
oluyorlardı. Geri kalan birkaç kişi de Ali Rıza Bey'in mütemadi
istiskalleri karşısında birer birer evden ayaklarını kesmişlerdi.
Bir iki ay Bağlarbaşı'ndaki evin kapılarını çalan olmadı. Ali
Rıza Bey, artık kızlarının her gün sokak sokak gezmelerine, ötekiyle
berikiyle konuşmalarına da izin vermiyor, bir yerde biraz
gecikecek olsalar kıyametler koparıyordu. Leyla ile Necla'nın
bu sıkıya ne kadar tahammül edecekleri kestirilemezdi? Yalnız,
Necla'nın evlenmesiyle biten bir vak'a, onlara dört ay kadar bir
zaman dünyayı unutturdu.

O yaz, Leyla'ya üstüste üç kısmet birden çıkmıştı. Bunlardan
en iyisi Nazmi Bey isminde genç bir doktordu. Leyla, bu gencin
çehresini, Hayriye Hanım, mesleğini ve kibar bir ailenin oğlu
olmasını, Ali Rıza Bey de ağırbaşlılığını beğeniyordu. Ev, baştan
başa sevinç içinde idi, Fakat nişana birkaç gün kala Nazmi
Bey işin olamayacağını birkaç satırla Ali Rıza Bey'e bildirmiş
ve hemen İzmir'e gitmişti. Sebep bir türlü anlaşılamıyordu. Evvela,
düşmanların Leyla hakkında yeni bir iftira uydurdukları
zannedildi. Fakat biraz sonra başka bir rivayet çıktı. Nazmi Bey'in
babası bir hırsızın kardeşini gelin diye kabul etmek istememiş,
bu kızdan vazgeçmezse oğlunu reddeceğini söylemiş...

Leyla'nın ikinci müşterisi bir maliye memuru idi... O da fena
bir adam değildi. Hatta çehre itibariyle doktordan da güzeldi.
Buna rağmen, Leyla, onu hiç düşünmeden üçüncü müşterisine
feda etti.

Bu, Çamlıca'da yazı geçiren bir aileye misafir gelmiş kırk beş
yaşlarında bir Suriyeli idi.

Bir gün Leyla'yı Üsküdar vapurunda görüp beğenmiş, derhal
onunla evlenmeye karar vermişti.

Birçok genç kız için de Mısırlı, Suriyeli demek, konduğu
başı düşünülebilen bütün saadetlere sahip eden bir devlet kuşu
demekti.

Genç kız, zengin bir Arabın kendisini istediğini duyunca sevinçten
çıldırır gibi oldu. Demek, binde bir insana nasip olmayan
büyük ikramiye ona vurmuştu.

Leyla, bu adamın yüzünü yarım yamalak görmüştü. Nenin
nesi olduğuna dair malumatı yoktu. Fakat hayal kuvvetiyle kendisini
sinemalardaki o alnında fındık kadar pırlantalar parlayan
Hint Racalarından biriyle evlenmiş görüyor, anasına,
babasına, kardeşlerine bol keseden hesapsız vaatlerde bulunuyordu.

Artık sefalet bitmişti. Bütün aile, bu Suriyeli damat sayesinde
prensler gibi yaşayacaktı.

Genç kızın çılgın ümidi evvela kardeşlerine, sonra annesine,
nihayet uçan kuştan imdat umacak hale gelmiş olan Ali Rıza
Bey'e sirayet etti. Ev günlerce bayram yaptı.

Abdülvehhap Bey, zengin olduğu kadar da insaniyetli bir
adam görünüyordu. Ali Rıza Bey'in fukaralığını ayıplamıyor.
Neme lazım para, bana namus lazım... Ben hele Leyla Hanım'dan
memnun kalayım. Onu elmasa, altına garkederim vallahi.
diyordu.

Ali Rıza Bey'in evi artık ev denecek halde olmadığı için damadın
misafir kaldığı köşkte sade bir nişan merasimi yapıldı.
Abdülvehhap Bey, bu münasebetle Leyla'ya güzel bir elbise ve
bir pantantif hediye etti.

Nişanlılar, eylül sonunda kadar İstanbul'da kalacaklar, sonra
yine sade bir nikah yaparak Suriye'ye gideceklerdi.

Abdülvehhap Bey, Bağlarbaşı'ndaki eve muntazaman devama
başlamıştı.

Her vesile ile: Sakın sıkılmayın... Ben kusura bakmam. Benim
için zahmete girmeyin... Bir fincan kahvenin bile lüzumu
yok vallahi diyor, kendisine ikram yapacağız diye katiyen sıkıntıya
girmemelerini istiyordu. Hayriye Hanım, ne yapsa böyle
kibar bir zatı ağırlayamayacağını bilmez değildi. Amma ne
olursa olsun evin de bir haysiyeti vardı.

Eskiden gece davetlerine mahsus olarak sofaya konulan dekar
-bu eşyadan birçoğu satılmış olduğu için- şimdi daha fakirane
bir şekilde misafir odasına kurulmuştu. Damat Bey gelince
doğru oraya alınıyor, kahve, çay, sokaktan dondurmacı geçtiği
zaman dondurma ikram ediliyordu.

Abdülvehhap Bey, muhafazakar bir adam göründüğü, daima
dinden ahlaktan bahsettiği için Hayriye Hanım da artık politikayı
değiştirmişti.

Kızlar, biraz hafiflik edecek, bir parça fazla gülüp söyleyecek
olurlarsa, kaş, göz işaretlerine başlardı. Eski alemler bir yerden
Abdülvehhap Bey'in kulağına çalınacak diye ödü kopuyordu.

Hatta bir aralık Necla'yı eniştesinin yanına başörtüsü ile çıkarmaya
bile çalışmıştı.

Leyla, annesinin politikasını doğru buluyor, şimdilik fazla süste,
eğlencede gözü olmayan bir eski zaman kızı rolü oynuyordu.
Aceleye ne lüzum vardı? Kendinden yirmi beş yaş büyük
olan kocasını nasıl olsa avucunun içine alacak, istediğini yaptıracaktı.
Düşündüğü şekilde mesut olmak için de önünde uzun
bir hayat vardı.

Abdülvehhap Bey, zamanı gelince baldızlarına da kendi gibi
zengin ve değerli bir koca bulmayı va'detmişti.

Bunun için Necla ile Ayşe onu yere, göğe koymuyorlar,
enişte diye pervane gibi etrafında dönüyorlardı.

Ali Rıza Bey'e gelince, Allah'ın, çocuklarını muhakkak bir
felaketten kurtarmak için gökten indirdiği bu deve dudaklı bir
uzun Arap biçiminde meleğe minnettardı. Fakat nedense ona
karşı içinde lazım geldiği kadar emniyet duymuyor, zaman zaman
bazı sözlerinden ve hallerinden kuşkulanıyordu. Fakat bu
düşkün zamanında bir şeye sarılıp inanmaya o kadar muhtaçtı
ki zihninden şöyle geçiriyordu:

Ben, çok fena ve haksız bir insan olmuşum... Muhakkak
adamcağızın günahına giriyorum. diyordu: Sonra, ahlak, fazilet,
doğruluk gibi kelimelere o kadar susamıştı ki hangi ağızdan
çıksalar onun kulağına hoş geleceklerdi.

Abdülvehhap Bey, çok kere Leyla'yı gezmeye götürüyor ve
akşamları elinde küçük, büyük bir paketle geri getiriyordu.

Bilhassa siyah ve kadife manto genç kızı sevinçten çıldırtmıştı.
Abdülvehhap Bey'in yanında ağır durmak için kendisini zor
zapteden Leyla, o gittikten sonra anasının, babasının, kardeşlerinin
boynuna sarılmış, sonra odasının içinde dakikalarca dansetmişti.
O, yanağının birini kadife mantosunun yakasına
yapıştırmış, gözleri kapalı, gramofondan öğrendiği bir valsi tekrar
ederek rüya içinde gibi dönerken Ali Rıza Bey'in gayrıihtiyari
gözleri yaşarmıştı. Yaratılışları itibariyle, ne iyi, ne fena
idiler. Herhangi bir taraftan bir rüzgar esmeye başladı mı, yaprak
gibi önüne katılıyorlar; o, ne yana isterse o yana doğru sürüklenip
gidiyorlardı. Artık yola gelmeyecek sandığı kızını bir
ümit ve para ne kadar değiştirmişti.

Leyla, dansını bitirdikten sonra Necla'nın önünde durdu, ellerini
kardeşinin omuzlarına attı: Kürküm gelince bunu sana
veririm, olmaz mı Necla? .dedi.

Ali Rıza Bey, Necla'nın birdenbire silkindiğini, kin ve nefret
dolu bir gözle bir an kardeşine baktığını gördü. Birdenbire yüreği
sızladı.

Demek Necla, ablasını kıskanıyordu. İhtiyar adam, kendi kendine
gülümseyerek odadan çıkarken düşünüyordu:

İnsanın saadetini çocuklarından beklemesi ne boş hayalmiş,
Ya Rabbi! Yüreklerimizin yapılış tarzı itibariyle buna imkan yok.
Çocuklarımızın hepsini mesut etmeye kudretimiz de olsa elbette
birinden birinin saadeti bir cihetten aksayacak ya... O mesutları
derhal unutacağız. Evlatlarımız içinde hangisi bedbahtsa
yalnız onun sesini duyup ağlayacağız. Evet, çocuktan, evlattan
saadet çok boş bir hayaldir.

Leylanın Suriye'ye gideceği zaman yaklaşıyordu. Abdülvehhap
Bey, nişanlısından fevkalade memnun görünüyordu. Yalnız,
bir gün aralannda hiç yoktan bir kavga çıktı. Leyla vapurda,
çarşıda eski bildikleriyle karşılaştıkça görmemezliğe gelir, sonradan
aleyhinde bulunduklarını işitirse de aldırmazdı. Fakat bir
akşam nişanlısıyla Çamlıca yolunda gezerken bunlardan kadınlı
erkekli sekiz, on kişilik bir gruba tesadüf etti. Yer müsait olmadığı
için kaçamadı. Çaresiz, durup konuştu; hatta
Abdülvehhap Bey'i de takdime mecbur kaldı.

Nişanlı, buna fena halde kızdı. Leyla'nın izzetinefsini kıracak
şeyler söylemeye başladı. Genç kız, oldukça sert bir lisanla
cevap verdi ve o akşam dargın ayrıldılar. Abdülvehhap Bey, bir
hafta kadar eve uğramadı. Hayriye Hanım başta olmak üzere
bütün aile, şiddetli bir korku geçirdi...

Nihayet, nişanlısından Ali Rıza Bey'e bir haber geldi:

Leyla sokakta birtakım uygunsuz insanlarla konuşmuş; fazla
olarak nişanlısına karşı da onları müdafaa etmiş. Namuslu bir
erkek bu hale tahammül edemezmiş. Ali Rıza Bey'i pek sevdiği
için eğer küçük kızı Necla Hanımı verirse maalmemnuniye kabul
edermiş!

Ali Rıza Bey'le Hayriye Hanım tam bir hafta: Fena hareket
ettin, nişanlını gücendirdin diye Leyla'nın başının etini yemişlerdi.
Fakat Abdülvehhap Bey'den bu haber gelir gelmez hakikati
birdenbire anladılar.

Arasıra Ali Rıza Bey'in içine gelen korku doğruydu.

Nenin nesi olduğunu adamakıllı tahkik bile etmedikleri bu
adam, her halde bir sağlam ayakkabı değildi. Belki bir iki ay
yanında gezdirdiği Leyla'dan bıktığı, belki de kardeşinden iki
yaş küçük olan Necla'yı daha körpe ve güzel bulduğu için bunu
bırakıp ötekini almayı aklına koymuştu.

Son vakada Leyla'yı beyhude yere itham etmişlerdi. Kızcağızın
hiç kabahati yoktu. Bu dargınlık, sırf Leyla'yı baştan atıp
Necla'yı almak için icat edilmiş bir bahane idi. Hem de hayvancasına,
iptidai bir bahane!

Evin içinde bir isyan vaveylasıdır koptu. Ali Rıza Bey için en
doğru hareket bu adamın nişan yüzüğüyle birkaç hediyesini - haber
getiren adama verip - göndermekten ibaretti. Fakat o esnada
Abdülvehhap Bey'in teklifinden daha hayret verici bir şey oldu.

Necla, yaşından umulmayacak bir pişkinlikle Ali Rıza Bey'in
karşısına dikildi; hiç utanıp sıkılmaya lüzum görmeden:

- Ne yapıyorsun, baba... Çıldırdın mı? dedi. Kısmetime ne
hakla mani olacaksın? Madem ki Abdülvehhap Bey beni istiyormuş...
Kardeşimin yerine beni verirsin olur biter... dedi.

Ali Rıza Bey, yüzsüzlüğün bu derecesini aklına sığdıramayarak
dili tutuldu. Leyla bayıldı. Yalnız Hayriye Hanım, büyük
teessürüne rağmen, itidalini kaybetmedi:

- Necla'nın sözü pek boş değil... Bir kere düşünelim Ali Rıza
Bey... dedi.

O gece evde uzun ve gürültülü bir müzakere oldu. Ali Rıza
Bey, bu evlenmeye bir türlü razı olmak istemiyordu. Daha ilk
adımda bu ahlaksızlığı yapan adamdan ne beklenmezdi? İnsan,
böyle bir serseriye değil kızını, evinin kedisini bile emniyet
edemezdi.

Onun fikrince keşküllü sokak dilencileri bu yüzsüz ve vicdansız
adamdan bin kat iyi idi. Sonra, Necla'nın kardeşine bu ağır hakareti
reva gören insanla evlenmesi çok çirkin düşerdi.

Hayriye Hanım, kocasının bütün sözlerine hak veriyordu. Abdülvehhap
Bey, hakikaten ahlaksız bir adamdı. İnsan böyle bir
kimseye, evinin kedisini bile emniyet edemezdi. Fakat ne çare
ki zaman o zaman değildi. Çocuklar, kedi yavrularından daha
hor, hakir olmuşlardı. Emniyet Sandığı'nın borcu olduğu gibi
duruyordu. Yakında ev satılacak, çoluk çocuk sokak ortasında
kalacaklardı. Hiç bir yerden bir şey bekleyemezlerdi. Yer demir,
gök bakırdı. Kocasının bütün bu şeyleri iyice düşünmeden
hayır demesi doğru olmazdı. Hoş, onun vereceği kararın da
zaten pek o kadar ehemmiyeti yoktu ya... Bu işten son söz Necla'nındı.

Son söz mü? Kararını vermiş insanlara mahsus bir sükunetle
bu münakaşayı dinleyen Necla, gayrıihtiyari gülümsedi. O kendisinden
beklenilen bu son sözü daha haberi aldığı dakikada söylememiş
miydi? Şimdi babasıyle annesinin lüzumsuz kavgalarını,
kılını kıpırdatmaya lüzum görmeden masal gibi dinliyor, arasıra
pencereden karanlığa bakarak saadetini düşünüyordu. Hakikaten
gün doğmadan neler doğuyordu? Kardeşinin başındaki
devlet kuşunun oradan kalkıp kendi başına konduğunu dün gece,
bu saatte rüyada görse hayra yormazdı ya!... Şimdi, onun
için düşünmeye değer bir tek mesele vardı; Suriyeli devlet kuşunun
ablasına oynadığı oyunu kendisine de oynamasına meydan
vermemek, onu kıskıvrak bağlamaktı.

Leyla, kardeşinin bu hareketine gündüzden beri içerliyordu.
Nihayet dayanamadı, babasıyle konuşurken ona taş atmaya başladı.
Birdenbire bütün ümidini kaybetmiş bir insan için bundan
tabii bir şey olamazdı. Bağırmak, canı yanan insanların en iptidai
bir hakkı idi. Nitekim Necla'ya düşen en iptidai vazife de
bütün ümidini aldığı bu kızın hakkını tanımak, hiç olmazsa bu
gecelik o, ne söyler, ne yaparsa hoş görmekti. Zaten bu, onun
için pek zor bir fedakarlık da değildi. Galip insanlar için iyi ve
merhametli olmak ne kolay ve şık bir jesttir. Fakat Necla, nedense
bu büyüklüğe lüzum görmedi. Hatta kardeşiyle hafifçe
alay etmekten geri kalmadı. O vakit Leyla, büsbütün çıldırdı ve
evde bir kızılca kıyamettir koptu. Genç kız, kalın, yırtık bir mahalleli
karısı sesiyle:

- Kaltak... Ahlaksız kaltak... Nişanlımı sen baştan çıkardın...
diye Necla'ya saldırıyor, o, korkup çekinmeye lüzum görmeden:

- Pekala yaptım, gözünü açaydın da sıkı tutaydın...

Diye cevap veriyordu.

Hayriye Hanım, saçı, başı karışmış Leyla'yı zaptetmeye, Ayşe,
zorla Necla'yı odadan çıkarmaya uğraşıyordu.

Ali Rıza Bey'e gelince, o, yere, duvarın dibine çömelmiş başını
elleri içine almış, olan vakalardan ziyade çocuklarının bu
kadar düşmüş, bayağılaşmış olmalarına hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Necla, Ayşe'nin kollarında dışarı çıkarken tekrar tekrar geri
dönüyor, ağza alınmayacak sözlerle içinin bütün zehrini püskürüyordu:

- Sırtına iki paralık bir manto giymekle ne oldum delisi oldun
değil mi? Utanmadan bize ahretlik kız muamelesi ettin. Allah
senin gibileri işte böyle tepetaklak yuvarlar... Kışın kürk
aldığın zaman bana eski mantonu verecektin, değil mi? Şimdi
ben onu başım, gözüm sadakası olarak sana bağışlıyorum.

- XXVİİ -

ON beş gün sonra Necla, Abdülvehhap Bey'le beraber Suriye'ye
hareket etti. Böylece ağacın üçüncü yaprağı da kopmuş oluyordu.

Necla ile Leyla arasında kardeşlikten daha fazla bir şey vardı.
Yaş farkları azdı. Yüzleri, ahlakları birbirine benzerdi. Bir
yatakta yatmışlar, beraber büyümüşler, beraber gülüp eğlenmişlerdi.

Ali Rıza Bey'e göre onlar, birbirlerinden ayrı yaşamasına imkan
tasavvur edilemeyecek bir çift, kan ve aile bağı denen şeyin
en mükemmel bir numunesi idiler. Halbuki, bir daha yüz yüze
gelmemesiyle, kanlı iki düşman gibi ayrıldılar.

Aile, artık küçülmüştü. Evde Leyla ile Ayşe'den başka çocuk
kalmıyordu. Ali Rıza bey, kışa doğru Bağlarbaşı'ndaki evi sattı.
Bütün borçlarını temizledi. Elinde kalan para ile Dolap sokağında
bir ev aldı.

Burası iki büyük odalı, karanlık, harap bir yerdi. Çocukların
hep bir ağızdan Cehennem ismini verdikleri eski evleri bunun
yanında Cennet bağının köşkleri gibi idi. Fakat elde kalan
para ile daha iyisini almaya imkan yoktu. Hayriye Hanım, evi
ilk gördüğü zaman beğenmemiş: Biraz daha beklersek belki
daha zararsız bir şey düşürürüz demişti. Fakat artık eskisinden
büsbütün başka bir adam olan Ali Rıza Bey, acı bir alayla
gülerek: Bekleyelim mi? Yağma mı var? Nasıl eldeki beş on
parayı geçen seneki para gibi çarçur ettirip beni sokakta bırakır
mısınız? demişti. Çocuklar eve, bir mezara girer gibi ağlaya
ağlaya girdiler. Ali Rıza bey de aşağı yukarı aynı histe idi. Fakat
buna rağmen kapıdan ilk adımını atarken gayrıihtiyari elindeki
anahtarı dudağına götürdü: Allah yokluğunu göstermesin...
diye dua etti.

Leyla, son vak'adan beri hala düzelememişti. Eve girdiklerinin
ikinci günü: Başım... Başım... diye haykırarak yatağa düştü.
Kırk beş gün dil, ağız vermeden yattı. Bereket versin hastalık
tehlikeli bir şey değildi. Civarda oturan bir tekaüt doktor:

Sinir... iyi yedirip içirin. Sıkmayın; bir şey kalmaz... diyordu.
Doktorun söylediği gibi Leyla, birbuçuk ay sonra ayağa
kalktı. Fakat büsbütün başka Leyla olarak... Hastalık esnasında
bir gece onu yataktan almışlar, yerine bir başka insan koymuşlar
gibiydi. Çok zayıftı. Yeni yürümeye başlamış bir çocuk
gibi güçlükle geziniyor, ikide birde gözleri karararak elleriyle
yüzünü kapıyordu. Çehre değişmiş olmakla beraber yine güzeldi.

Hastalık, bu çehreye mahzunluğa benzer bir şey getirdiği için
Ali Rıza Bey, onu hatta eskisinden de güzel buluyordu.

Leyla'nın yüzü gibi ahlakı da değişmişti. Artık eskisi gibi vara,
yoğa hırçınlaşmıyor, kaderine tamamıyle boyun eğmiş görünüyordu.
Ali Rıza Bey, kızının gözlerinin hafif bir buğu ile
kaplı olduğuna dikkat etti. İhtiyar adama öyle geliyordu ki, çocuk,
karşısındakilere söz söylerken, gülümserken için için ağlıyor,
ancak göz yaşları öyle ince ki, damla halinde düşmeden
buhar olup havada dağılıyor. Bu, belki sinirleri gevşemiş bir ihtiyar
vehmi idi. Fakat ne olursa olsun Leyla'ya karşı içinde garip
bir merhamet uyandırdı.

Sonra, eski baba sevgileri canlanmaya başladı. Kızına olan
bütün infialleri yavaş yavaş kayboldu.

Leyla, biraz ayaklandıktan sonra sokağa çıkmaya başladı.

Doktor, onu gezdirip eğlendirmelerini, hatta mümkünse hava
tebdiline götürmelerini söylüyordu. Hava tebdili imkansız bir
şeydi.

İhtiyar adam; etli, sütlü bir hasta yemeği tedarik edinceye kadar
akla karayı seçiyordu. Fakat buna mukabil Leyla, arasıra
gezinmeye gidebilirdi.

İlk defasında Hayriye Hanım, kızını sarıp sarmaladı, ucuz bir
paraşola bindirerek deniz kenarında hava almaya götürdü. O
gün, sokak kapısı yanındaki küçük odada geçen bir vak'a Ali
Rıza Bey'in kalbini yine kanla doldurdu.

Hayriye Hanım, bir kabahat işler gibi ezile büzüle Leyla'nın
yanına bir bohça bırakmıştı. Bu, Necla'nın başım, gözüm sadakası
olsun diye ablasına bıraktığı mahut kadife manto idi.

Necla'nın o kavga gecesi bir küstahlıkla bağıra bağıra söylediği
bu sözler, bu dakikada muhakkak hepsinin kulağında çınlıyordu.
Fakat, orada hiç kimse, bunu hatırladığını söylemeye
cesaret edemiyordu. Çünkü bu takdirde mantoyu atmak lazım
gelecekti.

Hayriye Hanım, Leyla'nın hırçınlaşmasından, oturduğu yerde
sessiz sedasız düşünmesinden cesaret aldı, soğuk bir sesle:

- Haydi kızım... Şunu arkana al da gidelim, dedi.

İhtiyar kadın, elinde manto ile ayakta bekliyor, kocasıyle göz
göze gelmemesi için başını öte tarafa çeviriyordu.

Ali Rıza Bey, kızının yine gözleri kararıyor gibi elini yüzüne
götürdükten sonra yavaş yavaş yerinden kalktığını gördü, boğazına
bir şey tıkandı.

Leyla, artık her gün kadife mantosunu giyiyor, başını alıp sokak
sokak geziyordu.

Ali Rıza Bey, ilk zamanlarda bu gezintilere ses çıkarmıyordu.
Ne yapsın, çocuk, dertli idi. Kırlarda, sokaklarda rastgele
dolaşmak kadar hiç bir şeyin gam dağıtmadığını tecrübeleriyle
biliyordu. Öyle olmasa Dolap sokağındaki ev oturulur gibi değildi.
Hele kısa kış günlerinde öğleden iki saat sonra odalar lambasız
oturulamayacak kadar kararıyordu. Böyle olmakla beraber
zaman geçtikçe Ali Rıza Bey'de düşünceler ve korkular uyanıyordu:
Bir genç kızın bu kadar fazla dolaşması doğru bir şey
değildi. Hele arasıra çok gecikiyordu. Sonra, eski sosyeteye devam
edenlerden bazılarıyle tekrar ahbap olmuştu.

Leyla'nın eski neşe ve sıhhati yavaş yavaş yerine geldi. Fakat
Ali Rıza Bey, ona hala bir hasta gözüyle baktığı için hatırını kıracak
bir şey söylemeye bir türlü dili varmıyordu.

Bir zaman sonra, bu müphem korku elle tutulacak bir tehlike
şeklini aldı.

İhtiyar adamın kulağına bazı mide bulandıracak şeyler çalınıyordu.
Fakat yazık ki o vakit de Leyla'nın bu fazla sertliği
bir adet, zaman ile sağlanmış bir hak halini almış bulunuyordu.
Ali Rıza Bey, buna rağmen Leyla'ya bazı tembihlerde bulunmak
istediyse de dinletemedi; daha doğrusu kendi de bu işin pek
üstüne düşmemişti. Senelerden beri devam eden bu uğraşma, ihtiyar
adamı çok yıpratmıştı.

Sonra, lakırdının, nasihatin tesirine olan emniyeti de çoktan
kaybolmuştu. Hasılı, Leyla, istediği gibi gezip tozmakta devam
etti.

- XXİX -

NECLA'DAN gelen haberler gitgide fenalaşıyordu. Genç kız,
Arapta umduğu zenginlik ve lüksün kendi kuruntusundan başka
bir şey olmadığını daha yolda anlamıştı.

Abdülvehhap Bey, İstanbul'da söylediği gibi milyonlar sahibi
bir zengin değil, anlaşılması güç birtakım karışık işlerle kıt
kanaat yaşayan bir adamdı.

Necla, Beyrut'ta hayalindeki sarayın yanında bir tavuk kümesi
gibi kalan küçük bir eve indi.

Mermer merdivenlere dizilmiş sinema uşakları yerine bir entarili
kayınbaba ile iki ortak ve bir alay çocuk tarafından karşılandı.

Üçüncü ortak dokuz ay evvel ölmüştü. Necla, bu kadının yerine
geldiği için ondan kalan iki çocuğa analık etmek vazifesi
de tabii ona düşüyordu.

Genç kadın Nasreddin Hoca'nın ağacı gibi, görüp göreceği
nimetin İstanbul'dan alınmış bir iki parça eşyadan ibaret kalacağını
anlayınca biraz hırçınlık etmek istemişti. Fakat daha ilk
kavgada entarili kayınbabanın boru gibi bir sesle üstüne hücum
ettiğini görünce fena halde korkmuş, bir daha ağzını açmaya
cesaret edememişti.

İki ortak ve yarım düzineden fazla çocuk arasındaki bu hayat,
çekilir gibi değildi. Fakat, Necla, ilk zamanları bunları ailesine
yazmaya utanmış, bilhassa Leyla'yı sevindirmekten
korkmuştu. Birkaç ay geçince dayanamadı; utanıp sıkılmayı kaldırarak
ufaktan ufağa bazı şikayetlere başladı. Sonra, bunlar
derece derece arttı.

Son mektubunda diyordu ki: Baba dayanamayacağım. Bir
yolunu bulursam her şeyi terkeyleyerek İstanbul'a kaçacağım.
Senin bir lokma ekmeğine razıyım.

Annem, kardeşim gözümde tütüyor. Hele Leyla ablam hiç aklımdan
çıkmıyor.

Kardeşim vaktiyle bu adamla evlenmediği için üzülmüştü.
Şimdi burada neler çektiğimi görse kendisini kurtardığım için
muhakkak bana teşekkür ederdi.

Leyla, bu mektubu okuyunca kardeşine olan bütün kinini
unutmuş: Kuzum baba, Necla'yı kurtaralım diye Ali Rıza
Bey'in ayaklarına kapanmıştı.

Hayriye Hanım da az çok bu fikirdeydi. Fakat ihtiyar adam,
bu yalvarmalara kulak asmamış, Necla'ya yazdığı mektupta şöyle
cevap vermişti: O anlattığın şeyler beni çok müteessir etti.
Fakat ne çare ki hiç bir suretle sana yardım edecek halde değilim.
Biz, şimdi eskisinden çok daha fakiriz, buraya gelip ne yapacaksın?

Orası, ne de olsa evindir; kocanın hiç bir meziyeti olmasa namuslu
bir adam olması ve seni ellere muhtaç etmemesi kafidir.
Çaresiz, dişini sıkacak ve etrafındaki insanlara alışacaksın kızım.

Ali Rıza Bey, bu mektupla artık kapısının Necla'ya kapalı olduğunu
açıkça anlatıyordu. Fakat, genç kadın, ne kadar bunalmış
olacak ki bu istiskale kızmıyor, üst üste gönderdiği
mektuplarda, Beni kurtar, yoksa kendimi öldüreceğim, kanıma
girmiş olacaksın! diye feryat ediyordu.

Necla'nın bu kendimi öldüreceğim sözü muhakkak boş bir
tehditti. Fakat öyle olmayabilirdi de. Bu, saati saatine uymayan
karmakarışık ruhlu, bozuk sinirli çocuklardan ne beklenemezdi?

İhtiyar adam, mütemadiyen kulağını rahatsız eden bir sese cevap
verir gibi titiz bir heyecanla: Anladım, çocuklar için bu,
bir yaprak dökümü... Fakat beş çocuktan bir tanesi de mi kurtulamayacak,
ya Rabbi? diye söyleniyordu.

- XXX -

ALİ Rıza Bey'in kahve arkadaşlarından bir mütekait binbaşı,
bir gün onu Üsküdar kahvelerinden birinde bir köşeye çekti:

- Ali Rıza Bey kardeşim, sizinle çok ehemmiyetli bir şey konuşacağım,
dedi... Uzun müddet tereddüt ettim... Fakat sizi çok
sevdiğim ve namuslu bir insan olarak tanıdığım için...

Binbaşı, ihtiyar adamın sararmaya, titremeye başladığını görerek
durdu. Kısa bir tereddütten sonra:

- Galiba müteessir olacaksınız, dedi.

Ali Rıza Bey, hemen kendini toparladı. Münasebetsiz bir şey
yaparak arkadaşını ürkütmekte mana yoktu.

Bu mukaddemeye göre işiteceği şeyin onu can evinden vuracağı
muhakkaktı. Fakat, ne olursa olsun hakikati mutlak öğrenmeliydi.

İhtiyar adam, mümkün olduğu kadar sakin bir sesle:

- Merak etmeyin, dedi, ben, çok tahammüllü bir adamım...

- Fakat üzülmeyeceğinizi vadeder misiniz?

- Ateş bir yere düşsün de yakmasın, bu olmaz. Fakat gayret
ederim.

- Mamafih pek o kadar büyütülecek bir mesele de değil. Söylemek
istediğim şey şu: Büyük kızınızın pek fazla dolaşmasına
müsaade etmeseniz, daha iyisi mümkün olsa da bir zaman hiç
sokağa çıkarmasanız!

- Ne var? Ne olmuş?

- Hiç... Sanki o yaşta bir genç kızı pek serbest bırakmak doğru
değil de...

- Sözünüzü değiştirmeyin. Siz, bir şeyler biliyorsunuz, hakikati
bana olduğu gibi söyleyin.

- Peki, ne biliyorsam söyleyeceğim. Kızınızı bir hafta evvel
kibar kıyafetli bir delikanlı ile otomobile binerken gördüm. Ne
kadar müteessir olduğumu tahmin edemezsiniz. Üç gün evvel
de bizim çocuklar daha başka şeyler söylediler. Belki de mübalağadır
amma!...

Binbaşı, bu başka şeylerin ne olduğunu anlatmak için Ali Rıza
Bey'in yeni bir ısrarını bekliyordu. Fakat artık, o bu adamın
yüzüne bakacak, yeni bir şey soracak halde değildi.

Sadece: Bu da mı başıma geldi? diyerek ayağa kalktı, sokakta
birdenbire gece olmuş da bastığı yerleri görmüyormuş gibi
başını önüne eğerek, bastonuyla kaldırım taşlarını yoklayarak
ağır ağır yürümeye devam ediyordu:

- Bu da mı başıma gelecekti? Aç kaldım, rezil oldum, türlü
hakarete uğradım. Hepsini sineye çektim. Fakat namussuzluğa
tahammül edemem. Mutlaka bir şeyler yapmalıyım...

Evini karşıdan görünce birdenbire aklına bir şey geldi:

- Binbaşı, daha başka şeyler biliyordu. Adamcağızın sözünü
ağzında bıraktım. Ne var, ne yok hepsini öğrenmeliyim. Bir
şey yapabilmek için daha fazla malumata ihtiyacım var.

Ali Rıza Bey, derhal geri döndü. Arkadaşını kaçırmak korkusu
ile acele acele yokuşu indi. Bunda çok isabet etmişti. Çünkü
soluk soluğa kahveye girdiği zaman binbaşı da kalkmak üzere
idi. Ali Rıza Bey, artık utanıp sıkılmayı kaldırarak ne biliyorsa
söylemesi için arkadaşına yalvardı ve şu tafsilatı aldı:

Leyla, iki aya yakın bir zamandan beri çoluk çocuk sahibi bir
avukatın metresiydi. Haftada iki gün Üsküdar iskelesinde buluşuyorlar
ve otomobil ile Haydarpaşa'da bir randevuevine gidiyorlardı.

Bu sözlerde bir yalan varsa günahı söyleyenlerin boynunaydı.
Fakat bu, adeta çoluk çocuğun ağzına düşmüş bir hikaye idi.

Ali Rıza Bey, tekrar evine gittiği zaman gece olmuştu. Hayriye
Hanım, onu görür görmez:

- Leyla daha gelmedi; acaba nerde kaldı? dedi.

İhtiyar adam, yorgunluktan Leyla'yı düşünmeye vakti yokmuş
gibi bir hareket yaptı ve kapının yanındaki bir kırık kanapeye
çöktü. Kızını yine bir istintaktan geçirmeden evvel Hayriye
Hanım'a bu vakadan bahsetmek istemiyordu. Çünkü karısına
emniyeti kalmamıştı.

Hayriye Hanım'ın, öteden beriden bazı şeyler işittiği halde,
kendisinden saklamış olması pek mümkündü. Değilse bile, kocasını
fazla hiddetinden korkarak Leyla'yı müdafaaya kalkacak,
kızı geldiği vakit, kaş göz işaretiyle ona bir şeyler anlatacaktı.

Ali Rıza Bey, oturduğu yerde Leyla'ya soracağı sualleri tasarlerken,
Hayriye Hanım, mutfakta Ayşe ile beraber akşam yemeğini hazırlıyordu.

On dakika geçmeden sokağın başında bir otomobil kornası
öttü, biraz sonra eve telaşlı bir ayak sesi yaklaştı. Sokak kapısı
aralıktı; Leyla gürültü etmekten korkuyor gibi bir tavırla içeri
girdi ve mutfaktan gelen ışığa doğru yürüdü. Babasının karanlıkta
oturduğu kanapeden kalktığını görünce hafif bir çığlık
kopardı:

- Sen misin baba? Ödümü kopardın!

Ayşe, ablasının sesini işitince, elinde lamba ile mutfaktan çıktı.
Onun arkasından, sıvalı kolları ile Hayriye Hanım göründü.

İhtiyar kadın:

- Bu saate kadar neredeydin Leyla? Meraktan çıldıracaktım, dedi.

- Hiç... Bir arkadaşımla beraberdim de... Dur nefes alayım
da söyleyeyim...

Leyla, henüz derli toplu bir yalan hazırlamamış olacaktı. Vakit
kazanmak için Ayşe'den su isteyip içti.

Ali Rıza Bey, merdivenin yanında ayakta duruyor, karanlıkta
yüzü görünmüyordu. Sakin, ağır bir sesle:

- Sen otomobille mi geldin? diye sordu.

Leyla, belli belirsiz bir tereddütten sonra:

- Evet, dedi, bir arkadaşıma misafir gittimdi de.

Ali Rıza Bey, kızına birdenbire bir şey sezdirmek istememesine
rağmen kendini tutamadı:

- Bunlar, ne iyi ev sahipleri böyle?... Misafirleri evine kadar
otomobille getiriyorlar... Kimmiş bu arkadaş bakalım?

- Tanımazsın ki...

Leyla, annesine dönerek devam etti:

- Arkadaşım Haydarpaşa'daki terzisine gidiyordu. Beni de
götürmek için israr etti... Bedava otomobil tabii reddedilmez.
Fakat biraz geç kaldık...

Bu Haydarpaşa sözü Ali Rıza Bey'e bütün ihtiyatlarını
unutturdu:

- Arkadaşınla Haydarpaşa'ya ilk defa mı gidiyorsun?

Genç kız hayretle:

- Evet... dedi.

- Ben, pek öyle zannetmiyorum... Bu terzi Haydarpaşa'nın
hangi sokağında?

Leyla, tekrar babasına döndü, karanlıkta onun çehresini farketmeye,
gözlerini görmeye çalıştı, İhtiyar adamın bir şeyler sezinlediğini
hissetmişti. Fakat biraz evvel kapıdan girerken
çekiniyor göründüğü halde bu defa nedense fazla ehemmiyet vermedi;
babasını korkutmak istediği zamanlara mahsus titiz sesiyle:

- Aman, sen de baba. Amma ahret sualleri soruyorsun, dedi.

Bu küstahlık, Ali Rıza Bey'i çıldırttı. İhtiyar adam, korkunç
bir hiddetle kızın üstüne yürüyerek bütün bildiklerini bağıra bağıra
söylemeye başladı. Hayriye Hanım:

- Ali Rıza Bey, kendine gel... Yalan, iftira...

Diye araya atılmak istedi. Leyla da aynı şeyi yaparsa, hatta
hiç ses çıkarmazsa ihtiyar adama belki yine bir tereddüt gelecekti.
Fakat o, ellerini kalçalarına dayayarak, saçaklı şallara sarılı
bedenini biraz yana çevirerek meydan okuma rolü oynayan
İspanyol artistleri vaziyetiyle kadife mantosuna sarıldı:

- Öyle de olsa ne çıkar? Adam olaydın da kızını bu hale
düşürmeyeydin!... dedi.

Ayşe'nin elindeki ışık, Leyla'nın yüzüne çarpıyor, onun alay
ve hakaretle burkulan boyalı ağzını, etraflarındaki kara çember
içinde nefretle küçülen gözlerini Ali Rıza Bey'e, bir öldürme
hissi verecek tarzda parlatıyordu.

İhtiyar adam, birdenbire sopasını yakalayarak:

- Defol... Şimdi evimden çık!

Diye bağırdı. Leyla, bu defa, biraz ürkek, kapıya doğru geriledi:

- Zaten dur desen de duran kim? Lanet olsun senin evine!
diye cevap verdi.

İsyan, ihtiyar adama bir canavar kuvveti vermişti. Kollarına,
bacaklarına sarılan Hayriye Hanım ile Ayşe'yi iki bez bohçası
gibi silkip atarak Leyla'ya saldırdı. Bu hücum o kadar beklenmez
bir şeydi ki genç kız, toparlanıp kaçmayacak olursa orada,
kapının dibinde ölmese bile mutlaka bir yerinden ağır surette
yaralanacaktı. Fakat Ali Rıza Bey, birdenbire ayağı bir yere takılmış
gibi yüzüstü yere kapandı, bastonu elinden iki adım öteye fırladı.

- XXXİ -

ALİ Rıza Bey'i hafif bir nüzül örselemişti. O geceden sonra
çenesi biraz yana çarpıldı. Dili belli belirsiz peltekleşti. Yürürken
sol ayağını hafifçe sürümeye başladı. Fakat kendisi bunun
farkında görünmüyordu. Onu yiyip bitiren asıl hastalık, içinde
idi.

İnsan içine çıkacak yüzü kalmadığı için evvela zamanının en
çoğunu küçük odada geçirmişti. Pencerenin karşısında yarı yıkılmış
bir yangın duvarı vardı. İhtiyar adam, bütün gün bu duvarın
oyuklarında bitmiş cılız yeşilliği, taşların arasında
kertenkele avcılığı yapan kedileri seyrediyordu. Bir meşguliyeti
de öğleye doğru duvarın ortasından başlayıp ağır ağır yukarı çıkan
ışığa bakarak yeni bir güneş saati icadına çalışmasıydı.

Leyla gittikten sonra ev, büsbütün ıssız kalmıştı. Cılız vücudunun
neresinden geldiği anlaşılmayan bir kuvvetle senelerce didinip
uğraşmış olan Hayriye Hanım, bu netice karşısında
birdenbire kendini bırakmıştı. İki günde bir bulaşık yıkamak,
arasıra mangala bir yemek tenceresi koymak, Ayşe'nin başına
bir tarak vurmak ona gönül bulandırıcı bir angarya gibi geliyordu.

İhtiyar kadın, uzun ve kanlı bir çarpışmadan dönen bir asker
gibi idi. Aldığı yaraların acısını ve nihayetsiz yorgunluğunu şimdi
duyuyor, her gün bir yerinde bir hastalık, sakatlık keşfediyordu.

Leyla meselesi Ali Rıza Bey'i de, onu da yüreğinin en nazik
yerinden vurmuştu. Bu namus meselesi olduğu için kocasının
gösterdiği şiddeti haksız bulmuyor, fakat aynı zamanda ona karşı
sebepsiz bir nefret ve dargınlık duymaktan da kendini alamıyordu.

Bu hal, Ali Rıza Bey'e zaman zaman anlaşılmaz bir muamma
gibi görünüyordu:

- Çocuklarımızı birer birer kaybetti... İlk evlendiğimiz zaman
olduğu gibi hemen hemen kuru başımıza kaldık... Bu felaketlerden
sonra birbirimize bilakis daha fazla yakınlık ihtiyacı
duymamız lazım gelmez miydi? Halbuki biz, adeta birbirimizden
nefret ediyoruz... Şu insanlık ne acayip muamma ya Rabbi!

Ali Rıza Bey, bu muammanın bir eşini de gerek kendisinin
gerek karısının Ayşe'ye olan muamelelerinde buluyordu. Beş çocuktan
ellerinde bir bu küçük kız kalmıştı. Bu vaziyette bütün
ötekilerin muhabbetini Ayşe'ye vermek, onu beş kere fazla sevmek
icap etmez miydi? Halbuki çocuğa evin içinde dolaşan, hatta
ayak altına geldikçe itilip kakılan bir kedi muamelesi yapılıyordu.
Anlaşılan çocuklarla fincan takımları arasında pek fark yoktu.
Kırıla kırıla bir tek kaldıkları gibi işe yaramaz oluyorlar, bir
köşeye atılıyorlardı.

Ayşe, şimdi on dördünü sürüyor, ablaları gibi güzel bir olmaya
başlıyordu. Fakat onun bu ilkbaharını kimin gözü görüyordu?

Eski şen, geveze Ayşe, korkak bir çocuk olmuştu. Evin bir
tarafında bir ölü ya da hasta yatıyormuş gibi gülmeye, yüksek
sesle konuşmaya, hızlı yürümeye cesaret edemiyor, fırsat bulduğu
gibi kendini ya bahçe, ya komşulara atıyordu.

Birkaç ay sonra Ali Rıza Bey, bu felakete de alıştı. Ara sıra
bastonunu alarak sokağa çıkmaya başladı. Nihayet, eski kahvelerin
önünden geçti. Arkadaşları camı vurarak çağırdılar. Biraz
nazlanır gibi olduktan sonra içeri girdi. Kendisine edilen
muamelede, eskisine nispetle, pek fazla bir değişiklik bulmadı.
İyi düşünülürse doğrusu da bu değil miydi? Leyla'nın fena yola
düştüğünü öğrendikten sonra göz yummuş, kızı evinde alıkoymuş
olsaydı, ona namussuz demeye hakları olurdu. Fakat mademki
hakikati öğrenir öğrenmez onu kapı dışarı etmiş ve bir
daha adını anmamıştı; şu halde kendisini çocuğu, ölmüş bir babadan
ayırt etmemek, hatta haline biraz acımak lazım gelmez miydi?

- XXXİİ -

ARASIRA evde öteki çocuklardan bahsedildiği halde Leyla'nın
ismi hiç geçmezdi. Yalnız bir gece Hayriye Hanım, dalgınlıkla
Ayşe'ye Leyla diye seslenmişti, arasıra arkaüstü
yatarak uyuz gibi gözlerini kapadığı zaman hep onu düşündüğünü
Ali Rıza Bey'e anlatmıştı.

Duvarda, Ali Rıza Bey'in vaktiyle çocuklarını etrafına toplayarak
çektirmiş olduğu eski bir resim vardı. İhtiyar adam, bu
resimde ayaklarının dibinde oturan Leyla'yı makasla kesip çıkarmış,
onun yalnız babasının dizlerine sarılmış elleri kalmıştı.
Çocukların anlaşılmaz münasebetsizlikleri vardır. Bir gün Ayşe
bu resmi seyrederken:

- Şu ellere bak bak... Leyla ablam dizlerine sarılarak yalvarıyor
gibi değil mi? demişti.

Çocuğun saflığından mı, yoksa hınzırlığından mı söylediği pek
anlaşılmayan bu söz üzerine Hayriye Hanım, birdenbire hıçkırmaya
başladı. Ali Rıza Bey, titreyen yumruğu ile çocuğu tehdit
ederek:

- Yumurcak!... Bir daha onun adını ağzına aldığını işitmeyeyim,
diye bağırmıştı.

Fakat, nedense o günden itibaren tılsım bozulmuş oldu. Hayriye
Hanım, kocasının hiddetlerine aldırış etmeyerek sık sık Leyla'dan
bahsetmeye başladı. Evvela her vesile ile onun çocukluk
vakalarını anlatıyordu. Sonra, şimdi, ne halde olduğuna dair öteden,
beriden kulağına çalınan havadislere geçti: Kızcağızı baştan
çıkaran avukat için pek fena adam demiyorlardı.

Leyla'yı Taksim'de tuttuğu küçük bir apartmanda gayet iyi
yaşatıyordu. Hatta onu nikahla almak da istiyordu, amma ne
çare ki karısından ayrılmanın bir yolunu bulamıyordu. Her halde
bu adam, ahlaksızlığından ziyade Leyla'ya olan fazla aşkından
dolayı bu işi tutmuştu...

Ali Rıza Bey: Allah rızası için sus Hayriye... Arımdan
öleceğim diye kulaklarını tıkamakla beraber bu havadislere
memnun olmuyor da değildi. Evvela, ne de olsa evlattı.

Hayriye Hanım, oturduğu yerde her şeyi nasıl da öğreniyordu.
İhtiyar kadın, bir gece kocasına Leyla'nın on beş günden
beri hasta yattığına dair haber verdi:

- Zavallı çocuk, zaten çürük bir şey... Korkuyorum. Geçen
seneki hastalığı gelmiş olmasın, dedi,

Bu hastalık kelimesi Ali Rıza Bey'in zayıf kalbinde Leyla'ya
karşı küçük bir merhamet ve muhabbet uyandırdı.

Küstah bir tavırla mantosuna sarınıp ellerini kalçalarına dayayan,
boyalı ağzını yana çarpıtarak, kara halka gözlerini hakaretle
küçülterek meydan okuyan Leyla, birdenbire kayboldu,
öteki hasta ve ümitsiz Leyla solgun çehresiyle yatağa uzandı.

Hayriye Hanım; kocasının yüzündeki hüzünden cesaret
alarak:

- İzin ver... Bir kere çocuğumu göreyim!

Diye yalvardı. Ali Rıza Bey, kızmadı, sadece:

- Bu söz, senin gibi namuslu bir kadının ağzından işitilecek
söz mü, Hayriye? Ölüm var, bir daha onunla yüz yüze gelmek yok!

Dedi. Fakat bu dakikada istemeden gözünden iki damla yaş
akıverdi. İhtiyar adam, bu ağlamayı ışıktan ileri gelmiş gibi göstermek
için aksi aksi lambaya baktı. Sonra, başını önüne eğerek,
hasta ayağını daha ziyade sürükleyerek odadan çıktı.

Hayriye Hanım bu saf hileye inanmıştı.

Leyla vakasından sonra kendini birdenbire koyuveren, yattığı
yerde arasıra gözlerini açıp etrafına bakmayı, sorulan suallere
dudak ucuyle cevap vermeyi bile lüzumsuz bir yorgunluk
addeden Hayriye Hanım'da o günlerde bazı anlaşılmaz uyanma
alametleri belirmeye başlamıştı. İhtiyar kadın, arasıra eteğini
beline dolayarak evi temizliyor, yemek pişiriyor, komşulara
gidip geliyordu. Kocasına karşı politikası da yine değişmişti. Arada
bir sinsi sinsi Ali Rıza Bey'in etrafında dolaşıyor, ona ufak
tefek hizmetler ediyor, tatlı sözlerle gönlünü alıyordu.

Bu canlılık, onun vaktiyle ilk bozgun alametleri görüldüğü,
evin sarsılmaya, çoluk çocuğun birbirine girmeye başladığı zamanlardaki
haline ne kadar benziyordu. Ali Rıza Bey, bu değişikliğe
pek iyi mana vermiyor, kendi kendine, Dur bakalım...
bunun altından bir şey çıkacak amma hemen Allah hayırlara tebdil
etsin diye düşünüyordu.

İhtiyar adam, tahmininde yanılmamıştı. Çok geçmeden bu
fevkaladelikteki hizmetin sırrı meydana çıktı. Ali Rıza Bey, bir
gün, elinde bir mendil zerzevatla kapıdan girdiği vakit karşısında
kızı Leyla'yı buldu.

Leyla: Baba... Babacığım! diye çırpınıp ağlayarak Ali Rıza
Bey'in boynuna atılıyor, Hayriye Hanım'la Ayşe, ayaklarına kapanarak
yalvarıyordu.

Ali Rıza Bey, adım adım geri çekilerek arkasını duvara dayadı.
Gözlerini kapadı. Çehresinde fazla bir heyecan görünmüyordu.
Yalnız, nefes almakta güçlük çekiyor gibi başını havaya
kaldırıyor, eliyle yakasının düğmesini çözmeye çalışıyordu. Demek
Hayriye Hanım'ın sık sık Leyla'dan bahsetmesinden maksat
bu imiş. Bu kızla gizlice görüşerek bir plan tasarlamışlar.

Evvela, Leyla'nın çocukluğuna ait masum hatıralarla onu yumuşatmaya
çalışmışlar. Sonra hastalık hikayesi uydurulmuş. Nihayet,
onun fazla hiddet, şiddet göstermemesinden alınan
cesaretle bu baskın yapılmış... Plan, hiç fena değil. Ali Rıza Bey
sadece: Leyla seninle barışmak istiyor. derlerse belki razı olmaz.
Fakat birdenbire kızının yüzünü görürse belki heyecana
kapılarak, düşünmeye vakit bulmadan onu kucaklayacak... Bu
baskının onu birdenbire öldürmesi tehlikesini bile düşünmüyorlar.

Leyla, susuyor, Hayriye Hanım söylüyor; o yalvarmalarını
bitirince Ayşe başlıyor ve hepsi bir ağızdan ağlıyorlar. Ali Rıza
Bey, eli hala yakasının düğmesinde, kızını bir daha dünya gözüyle
görmemek için ettiği yemine sadık kalmak istiyor gibi bir
türlü gözlerini açmıyordu.

Nihayet, söz sırası ona da geldi. İhtiyar adam, gidilecek bir
ikinci yolu olmayanlara mahsus sükunetle:

- Beyhude yoruluyorsunuz, dedi, benim artık Leyla isminde
bir kızım yok. Biz, birbirimiz için ölmüş sayılırız.

Hayriye Hanım, Leyla ve Ayşe yarım saatten fazla uğraştılar,
fakat Ali Rıza Bey'in ağzından bundan başka söz almak kabil olmadı.

- XXXİİİ -

LEYLA gittikten sonra Ali Rıza Bey ile karısı arasında büyük
bir kavga koptu.

Hayriye Hanım, kocasını tatlılıkla yola getiremeyeceğini anladığı
için birdenbire isyan bayrağını açtı:

- Seni adam sandım, otuz sene sözünden çıkmadım. Ne hale
geldiğim meydanda. Artık müsaade et de bir zaman da benim
dediğim olsun. Senin yüzünden evlatlarımın her biri bir türlü
ziyan oldu. Elimde bir bu Leyla ile Ayşe kaldı. Çocuğum bensiz
yaşayamıyor. Ben de onsuz yaşayamayacağım, Leyla'ya isterse
bütün dünya fena desin; o, benim için herkesten iyidir.
Ya Leyla ile yaşayacağız yahut...

Hayriye Hanım, sözünün arkasını getiremedi, ağlamaya
başladı.

Ali Rıza Bey, gülümseyerek:

- Üzülme Hanım; üzülme, dedi, ben de senin gibi kararımı
verdim. Ben, aranızdan çıkarım. Belki inşallah iyi olursunuz.
Haydi, artık ferah uyu, rahatına bak.

Ali Rıza Bey, hakikaten kararını vermişti. Ne olursa olsun artık
bu evde oturmayacaktı.

Ertesi sabah erkenden bohçasını hazırladığını gören Hayriye
Hanım, onun bir çocuk gibi azarladı:

- Haydi, münasebetsizliği bırak... Sen, sakat bir ihtiyarsın...
Bu hal ile nereye gidiyorsun? Gezip gezip geleceğin yer yine burası...
Beyhude rezalete lüzum yok, dedi.

Maksadı Fikret'e gitmekti. Bütün gece onun üç sene evvel
Haydarpaşa istasyonunda söylediği sözleri düşünmüştü:

- Pek sıkılırsan bana gelirsin baba... Kocam iyi bir adam
çıkarsa sana elimden geldiği kadar bakarım.

İçinde gizli bir ümit vardı. Belki Fikret, onu yanında alıkoyar,
böylece sefalet ve namussuzluk içinde sürünmekten kurtulmuş
olurdu. Gerçi çocuklarından hiç birine yük olmak istemezdi
ama ne yapsın; düşmez kalkmaz bir Allah'tı.

Ali Rıza Bey'in bu ümidi ancak Adapazarı'nda, geç vakit bir
polisin yardımıyla, damadının karanlık bir sokak nihayetindeki
evini bulduğu saate kadar sürdü.

Taşlıkta sofrayı toplamakla meşgul bulunan Fikret, onu görünce
hayretten ziyade korku ve tereddütle:

- Sen misin baba?... Hayırdır inşallah? dedi.

Ali Rıza Bey, soğuk bir tavırla elini öpen kızını kucaklamaya
cesaret edemeyerek hafif hafif omuzlarını okşarken vahşi tavırlı
iki çocuğun merakla kendilerine baktığını farketti. Sonra oda
kapılarından birinde uzun boylu, beyaz bıyıklı bir adam
göründü.

Genç kadın, toz, toprağa bulanmış, yol yorgunluğu ile bir kat
daha düşkünleşmiş bu kılıksız ihtiyardan utanıyormuş gibi:

- Babam bize misafir gelmiş, dedi.

Misafir!... Fikret, bu iki kelime ile kocasına: Korkma, yahut
kızma... Bir, iki gün sonra gidecek demek istememiş miydi?

Damat, Ali Rıza Bey'i soğuk bir tavırla karşıladı, Fikret'e:

- Baban yoldan geldi. Açtır, yemek hazırla, diye emir verdi.

İhtiyar adam, daha bu eve ayak atarken yüzüne çarpılan havadan
anlamıştı ki kızı burada mesut olamamıştır.

Fikret, birkaç sene içinde adeta çökmüş, orta yaşlı bir dışarlıklı
kadın olmuştu. Babasına yemek hazırlamak için gidip gelirken
mütemadiyen çocukları haşlaması, onun büsbütün
hırçınlaştığını gösteriyordu.

Biraz sonra Ali Rıza Bey, önüne konan bir sahan patatesi yemeye
çalışırken ona İstanbul'dakilerden havadis sordular. Başbaşa
kaldıkları zaman kızına şüphesiz her şeyi anlatacaktı.

Yalnız, ne de olsa bir el adamı olan damadının yanında birdenbire
açılmak istemedi; bu gecelik sorulan sualleri bazı beylik
cevaplarla geçiştirmeye çalıştı.

Fakat, onlar olan biten şeylerin onda birini bile öğrenmemiş
olmalarına rağmen, sinirlilik, hiddet alametleri göstermeye başladılar.

Damat:

- Biz, zaten bazı şeyleri işitiyorduk, dedi.

Fikret:

- Ah, baba... darılma amma kabahatin büyüğü sende... Bilirsin
ya Baba, gözlerini aç! Bunların hepsi serseri... Sakalını
ellerine vermeye gelmez. diye ne kadar çırpındım; dinlemedin,
diye çıkıştı.

Kocası, ondan cesaret alarak daha ağır sözler sarfetmeye
başladı:

- Fikret'in hakkı var... Siz, gün görmüş, büyük mevkiler işgal
etmiş bir adamsınız... Bu kadar gevşek davranmayacaktınız...
Ben, böyle istiyorum, böyle olacak derdiniz. Kim ağzını
açarsa beline vurduğunuz gibi tekmeyi kapı dışarı... Bitti, gitti...
Evin efendisi, babası olayım da Fikret'in dediği gibi, sakalımı,
çoluk çocuk eline vereyim... Olacak şey mi bu?

Zaten yol yorgunluğundan tıkanmış olan Ali Rıza Bey'in lokmalar
boğazında düğümleniyordu. Acı bir gülümseme ile boynunu bükerek:

- Ne yapalım... Kader... talih... dedi.

Evde Fikret'ten başka iki çocuklu bir dul görümce vardı. Başka
boş oda olmadığı için Ali Rıza Bey'e kapının yanındaki misafir
odasına bir yatak yaptılar.

İhtiyar adam, Adapazarı'nda on beş günden fazla duramadı.
O da ne zahmetle! Fikret'i o kadar yabancı bulmuştu ki ona söylemek
istediği şeylerden hiç birini söyleyemedi. Hem kızı istese
bile kendi yanında alıkoyamayacak olduktan sonra, buna ne
lüzum kalırdı?

Kızının gerçi: Pek darda kalırsan gel baba; sana bakarım!
diye bir vaadi vardı, ama bu da bir şarta bağlı idi: Fikret'in
o vakit bunu söylerken Belki rahat bir evim olur dediğini gayet
iyi hatırlıyordu. Halbuki zavallı çocuğun bu ümidi boşa çıkmıştı.
Burası da başka türlü bir cehennemdi.

Ali Rıza Bey, Fikret'in hemen her gün kaynana ile, görümce
ile, kocasıyle, üvey çocuklarıyle pençeleştiğini görüyordu. Bereket
versin ki kızı, dişli bir kadın olmuştu.

Ali Rıza Bey, bu kavgalardan bazılarının da kendi yüzünden
çıktığını sezinlemeye başladı. Bir gün Fikret'in kaynanasına: Bir
daha babamın adını ağzına aldığınızı işitmeyeceğim. Evinizi başınıza
yıkarım diye haykırdığını kulağıyla işitti.

Demek bu evde çektiği yetmiyormuş gibi Fikret, bir de kendi
yüzünden söz altında kalıyordu.

Genç kadın o gece de, her zamanki gibi sırtında bir yığın yatak,
yorganla misafir odasına girince ihtiyar adam:

- Benim için yorulduğunu görünce içim parçalanıyor Fikret,
dedi, fakat bu, artık son gece... izin verirsen ben, yarın
gideyim...

Ali Rıza Bey, İzin verirsen demekle kendini güya kovulmuş
bir adam mevkiinden kurtarıyordu.

- Neden bu acele baba? dedi.

- Acele değil kızım, seni bu kadar gördüm ya...

Fikret, biraz düşündükten sonra mahzun bir tavırla:

- Baba! dedi.

- Ne var kızım?

Genç kadın, ona çok ehemmiyetli bir şey söylemeye karar vermiş
gibiydi.

Fakat kısa bir tereddütten sonra bunun lüzumsuzluğuna hükmetmiş
gibi vazgeçti.

- Demek yarın yolculuk! dedi. Bari erken yat... Allah rahatlık
versin.

O, çıktıktan sonra ihtiyar adam:

- Ben bu tavrı, sesi nereden hatırlıyorum? diye düşündü ve
çok geçmeden buldu.

Oğlu Şevket de vaktiyle birkaç defa böyle açılacak gibi olmuş
ve susmuştu.

NETİCE

ALİ Rıza Bey, Adapazarı'ndan döndükten sonra evine girmedi.
İki gün orada, üç gün burada serseri serseri dolaştı. Nihayet,
kışa doğru hastalandı; sol kolu ve sol bacağı büsbütün
işlemez oldu. Eski tanıdıklarından birinin delaletiyle bir hastaneye
girdi. Fakat uzun müddet kalmadı. Bir gün Hayriye Hanım'la
Leyla otomobille hastaneye geldiler; ağlaya ağlaya Ali
Rıza Bey'in boynuna sarıldılar.

Leyla:

- Baba, seni dünyada bırakmayız, dedi.

Hayriye Hanım:

- Ali Rıza Bey, artık inadı bırak; biraz da benim dediğim
olsun, diye yalvarmaya başladı.

Hayriye Hanım'ın kocasının inadından korkması boş bir kuruntu
idi. İhtiyarlık ve hastalık, onun sinirlerini gevşetmiş, isyanlarını
kökünden kurutmuştu. Kızının ve karısının nasıl olup
da bu kadar güzel elbiseler giydiklerine hayret etmiyor, onları
tekrar gördüğü için çocuk gibi memnun, artık büsbütün ağırlaşmış
diliyle bir şeyler anlatmaya uğraşıyor, gözlerinden yaş çıkmadan
hıçkırık tutmuş gibi kuru kuru ağlıyordu.

Hayriye Hanım, Dolap sokağındaki evi kiraya vermiş Ayşe
ile beraber Leyla'nın Taksim'deki apartmanına taşınmıştı. Leyla'nın
avukatı haftada ancak bir iki gece cadaloz karısından kurtulabildiği
için zavallı çocuk, koca apartmanda bir hizmetçi kızla
hemen hemen yalnız yaşıyordu. Leyla'nın hali, vakti çok yerinde
idi. Zengin olan avukat, ona ayda birkaç yüz lira para veriyordu.
Ne çare ki kendisi tecrübesiz bir çocuk olduğu için
kullanmasını bilmiyordu. Şimdi Allah razı olsun annesi onun
evine kilit kürek ve boğazı tokluğuna mükemmel bir kahya kadın
olmuştu.

Ali Rıza Bey'e bu apartmanda güneşe ve denize karşı güzel
bir oda hazırlamışlardı. İhtiyar adam, rahata ve bol yiyeceğe kavuşunca
az zamanda düzeldi. Elinde bastonuyle evin içinde dolaşıyor,
dilinin tutukluğuna bakmadan Leyla'nın papağanına
lisan dersi vermeye uğraşıyordu.

Hatta arasıra avukatın apartmanında arkadaşları şerefine tertip
ettiği eğlentilerde bulunuyor, kah sıcak ve şık mutfakta meze
hazırlayan Hayriye Hanım'a yardıma geliyor, kah artık on
beş yaşında güzel bir kız olan Ayşe ile beraber bazı kadınlarla
gülünç dans yapmaya kalkarak meclisi neşelendirdiği bile oluyordu.

Evde oturmaktan sıkıldığı vakit onu tertemiz giydiriyorlar,
açık bir arabaya bindirerek hava almaya gönderiyorlardı...

Ali Rıza Bey, o günlerde, bayram elbiseleriyle bayram beşiğine
binmiş çocuklar kadar neşelidir. Yalnız, sokaklardaki kalabalığın
içinde arasıra eski kahve arkadaşlarından bazıları ile göz
göze gelmese....

Hiç yorum yok: